SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ‘YAZAR’ OLARAK YAZINIMIZDAKİ YERİM NE;

‘YAZAR’ OLARAK YAZINIMIZDAKİ YERİM NE?

M.Sadık Aslankara
(02.9.2021 YAZISIDIR.)

Yazına ilgi duyan ya da yazınla iyi-kötü ilişkisi olan hemen herkes beni “eleştirmen” olarak tanıyor, öyle biliyor, kim ne diyebilir?

Neredeyse bir kuşağı tümden kucaklayacak yirmi yıl gibi bir zaman dilimi boyunca Cumhuriyet Kitap’ta yazarsanız, hiç kuşku yok, kişilerin belleğine de bu tarafınızla kurulur, böyle de çakılır kalırsınız.

Siz istediğiniz kadar bunun böyle olmadığını söylemeye çalışın, sonucu değiştiremezsiniz.

Peki ben eleştirmen miyim?

Başlığa çıkardığım soruya verilebilecek yanıtına geçmeden gelin ilkin bu soru çevresinde biraz düşünce gevişine girişelim.

Konuyu tartışır gibi yapmaya kalkışmadan yazınsal metinlerin dil-mantık yapısının, türlere göre nasıl bir temele yaslandığının bir kez daha altını çizerek başlayalım işe.

Örnekçe bağlamında altta sıraladığım türlerin her birinin dil-mantık yapısı salt bu açıdan karşılaştırıldığında bile bunların aslında temelde neden birbirinden farklı olacağını, olması gerektiğini görmemek, anlamamak, gerçekten olanaksız.

Örneğin şiir, imgesel dil-mantık yapısına yaslanır. Aynı şekilde öykü, kapsanık, roman kapsayıcı, deneme sorgulayıcı, eleştiri yargılayıcı, tiyatro eylemsel, sinema karesel dil-mantık yapısı sergiler, her biri kendi türünün gereği bir iç zorunluluk olarak.

Bu sıralamayı, yukarıda yer alan liste halinde hâlâ kimi söyleşilerimde yazılarımda dillendiriyor, vurgulamayı aralıklarla da olsa inatla sürdürüyorum.

Ancak “dil-mantık” temelinin kesinlikle birbirinden ayrı düşünülmemesi gerekiyor. Bu, birlikte tam bir bütünlükle alınmak durumunda çünkü. Tek başına salt dil ya da mantık yapısına dayalı algıyla türlerin bu doğrultuda kendi iç yasasını anlayamayız. Üstelik yapıtın bu dil-mantık yapısı üzerinde yükselecek biçem, kurgu vb. teknik işlemenin ayrıntıları da düşünüldüğünde söz konusu dil-mantık yapısının, türün yazınsal işlevini ancak bu şekilde yerine getireceği kestirilebilir pekâlâ.

Yukarıda şiir dışında kalan bütün türlerde üretim yapan, verimini sürdüren biri olarak bunlar benim yaşamsal, daha doğrusu sanatsal deneyimlerimden çıkardığım veriler aynı zamanda.

Bu çerçevede yukarıdaki türlerin her birinde kalem oynatmama karşın yazar olarak dergilerde okurun sürekli gözüne ilişen bir ad olunca, bana öyle geliyor ki, yazın çevresi insanları ister istemez bir yanılsamaya kaptırıyor kendilerini. Çünkü dergilerde yer alan yazılarım kurmaca değil, o zaman sırtınıza yapıştırılan “eleştirmen” kartı hep orada kalıyor çaresiz.

Ne var ki buna karşın beni kurmacalarımla tanıyan azımsanmayacak okur-yazar olduğunu söylemeden de geçmemeliyim, bu kez onlara haksızlık yapmış olurum. Katıldığım herhangi etkinlikte öykülerimden, romanlarımdan hatta oyunlarımdan söz edenlerin varlığı, ne yalan söyleyeyim, doğrusu beni çok mutlu ediyor.

Fakat bunun tam tersi bir durumu da yaşamıyor değilim. Sözgelimi yürüttüğüm atölye çalışmalarında kimi katılımcıların, hatta kitaplarını imzalayıp sunmak üzere benimle buluşan kimi yazarların da beni salt “eleştirmen” olarak tanıdıklarına az tanıklık yapmadım. Doğrusunu söyleyecek olursam adımı bile yalnızca duyduklarını, deyiş yerindeyse eleştirmenliğime yordukları yazılarımı da pek okumadıklarını, ama adımı bildiklerini, bundan öte tek bir öykümü okumadıklarını kendi gözlerimle görüyorum ne yazık ki.

Son elli yıl içinde yayımladığım yazıların sayıca üç bin dolayında gezindiğini düşünüyorum. Bunlar benim “yazın emekçisi” etiketiyle kaleme alıp yayımladığım, yazınımıza dönük üstlendiğim, yüklendiğim bir vefa ödevi diyebilirim. Ama adımı bu yazılar aracılığıyla duyan, zaman zaman bunları okuyan yazarlara, yayımlamadıklarım bir yana yayımladığım öykü, roman, oyun toplamının da sayıca on kitaba ulaştığını söylesem utanırlar mı acaba? Öyle ya, nasıl ayırdında olmazsınız bunun?

Yazar olan, tek siz değilsiniz, unutmayın.

1965’te imzalı ilk metinlerim, ilkin Nisanda öyküm, Mayısta da düzyazım olmak üzere arka arkaya yayımlandı. Yani ben kurmacaya da kurmaca dışına da eşzamanlı başladım, aradaki ay farkını saymazsanız. O günden bu yana okurluğu, tür çeşitliliğine dayalı yazarlığımı sürdürüyorum, bir an bile ara vermeksizin. Yalnız 1975-1989 döneminde yaklaşık on beş yıl boyunca neredeyse hiçbir dergide görünmedim, o kadar. Gerek 1965-75 arasında gerekse 1989 sonrası dergilerde sıklıkla görünen imzalardan biri oldum diyebilirim.

Yapıtlarımın 1986’da oyun, 1990’da roman, 2001’de öykü olmak üzere yazında ilk kez ödüle layık görüldüğünü ekleyeyim bunların üzerine. Son on-on beş yıldan bu yana kitaplarımla hiçbir ödüle aday olmadığımı da söyleyivereyim madem şuracıkta, bu da kulakta kalsın.

Öykü, roman, oyun kurmacalarımı beğenirsiniz, beğenmezsiniz bu sizin bileceğiniz iş, ama yazın emekçisi bağlamında yaptığım işin bilincindeyim; sınıf bilincinden yoksun işçi misali boynu bükük biri olmadım hiç. Yazındaki emekçi duruşumla onur duyuyorum, söylemeden geçmeyeyim.

Sizler gözümde ancak yazınımıza verdiğiniz emek kadar değere sahipsiniz ama pek çoğunuz yazınsal emeğimi, bunun niteliğini bilmiyorsunuz, oysa ben yüzlerceniz üzerine okumak ne yazılar da kaleme alıyorum. Bunu söylerken günümüz seçkin kurmaca yazarlarını aklımdan geçiriyor değilim elbette.

Yine de edebiyat bu, masal da var içinde. Onca yol alıyoruz, dönüp bir de ardımıza bakıyoruz ki, bir arpa boyu yol gelmişiz.

Yazar olarak yazınımızdaki yerim ne mi? Bunca sözün ardından iş size düşüyor, sizce yazınımızdaki yerim ne benim?