SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; YAZAR OLMAK YAZAR SAYILMAK

YAZAR OLMAK, YAZAR SAYILMAK…

M.Sadık Aslankara
(16.9.2021 YAZISIDIR.)

Yazıya girerken “yazar” sözcüğünü, “yaratıcı yazar” anlamında başlığa girdiğimi, yazı boyunca bunun böyle anlaşılması gerektiğini söyleyeyim.

Elbette “yazarlık”, salt geniş anlam yatakları vaat eden “yaratıcı yazarlık” bağlamında alınıp bunun dışındakilere kapatılamaz. Pek çok alanda, türde, yazarlığı, benim “yaratıcı yazar”lıkla sınırladığım anlamın dışında kullanıp yine de kendisini yazar olarak konumlandıran insan var. Genel kamuoyu bu kişileri yazar konumuyla tanırken yazın entelijansiyasının, yazın kamuoyunun onları, “yaratıcı yazar” olarak tanımaktan uzak durdukları söylenebilir. Ne var ki burada andığımız eli kalem tutan, yazan çizen ne kadar insan varsa bunların her birini yine de yazar olarak kabul etmek zorundayız.

Yazarın dışında, “yazıcı”, “yazman” diye kullandığımız sözcükler var ayrıca, dilimizde eskiden bu yana orduda, resmi kuruluşlarda “kâtip”, “sekreter” karşılığında kullanılırken sonradan buna “yazı çıktısı alan makine” anlamının da eklenmesiyle “yaratıcı” nitelikten oldukça uzağa düşen bu sözcüğü, hiçbir yazar için kullanamayacağımız, yaptığı işe karşılık “yazıcı” diyemeyeceğimiz de ortada. O halde bunlara yazar diyeceğiz, herhangi ayrım gerektirmedikçe. Ancak bu yazıda olduğu gibi ayrım gerektiğindeyse bunu vurgulamak zorundayız demektir. “Öykü”, “hikâye” sözcüklerine dönük yaşanılan sıkıntıya benzer bir durum diyebiliriz.

Yazının başlığı, işte bunu ayırmaya çalışıyor bir bakıma.

Özetle diyebiliriz ki, “yaratıcı yazar”, “yazar olan” kişidir; öteki “yazar”sa “yazar sayılan”dır, böyle bir ayrım da kendiliğinden önümüze geliyor. Çünkü kim olursa olsun eğer biri kalem oynatmaya koyulmuşsa yazar sayılacaktır kaçınılmaz biçimde. Ne var ki yazar sayılan birinin yaratıcı yazarlıkta kendisini kanıtlaması beklenir, ona gerçekten yazar niteliğinin yakıştırabilmesi için. Demek kişi, yazar olabilmek için yaratıcı yazarlığı başarmak zorunda.

İşte tam bu noktada bütün sanat alanlarıyla türlerinde olduğu gibi yazarlıkta da zanaatla sanatı ayırıp aralarındaki ilişkiye değinmemiz gerekecek bir biçimde.

Zanaat, sanat gerektiren bir işin yapılma tekniğidir, bu öğrenilmeden sanatlı iş de üretilemez. Zanaatı öğrenmek uzun, sabırlı direnç gerektirir. Ancak öğrenilen, aslında birörnek yapılan, hep yapılan ama bu arada bütün amacın yapılan her neyse bunun daha iyi yapılması yolunun öğrenilmesi, bu öğreninin teknik olarak yalnızca yapan kişiye ait bir işe dönüşüp onun imzasını taşımasıdır. Örneğin yemeniye, kazana, taşa atılan imza bunun göstergesidir.

Yorgancının, keçecinin, bakırcının, demircinin bu zanaatı öğrenmesi sonrasında ustalaşması, sonunda aranır bir zanaatçı olması yıllara yayılır ancak. Diyeceğim, zanaat ustası olmak da kolay iş değildir kesinlikle. Öğrenmek için direnç göstermeyen, usta olmak amacıyla hayal kurmayan, tutkusunun peşinde koşmayan insanın zanaatçı olabilmesi bile ne kadar güç.

Demem o ki, yazarlığın da zanaata dönük bir yanı var. En başta bu öğrenilecek. Yıllara yayılacak zaman dilimi boyunca yazarlık zanaatının çıraklığı yapılacak; kolay değil yani. Öyleyse yazarlığın zanaat yanı öğrenilmedikçe asla yazar da olunamaz demektir bu.

Yazarlık zanaatında ilk iş, dilin öğrenilmesi. Ancak anadili yanında ikinci bir dil olarak alınması gereken yazınsal (edebi) dilden söz ediyorum burada. Yazmaya başladığım ilk yıllarda, nahif duygularla, çocukça yaklaşımla, eğer güzel yazarsam, başarılı bir yazar olabileceğimi sanırdım.

Oysa doğru olan, insanı yazar saydıracak kadar düzgün, güzel yazmanın zorunluluğu yanında yazınsal dilin âdeta ikinci dil halinde içselleştirilerek bunun kişi tarafından kendisinde doğurtulması bağlamında alınmalı bu. Neredeyse doğuştan çift dilli olmak diyeyim bunun için.

Yazar olabilmenin ön koşulu da diyebiliriz buna. Yazınsal dil, olan bitenin derli toplu anlatılması değil, olguların soyutlanıp dönüştürülerek metinde yeniden kurulması anlamına gelir. Yazarlık, işte bu yönde hüner sergilemektir bir bakıma. Yapılacak iş, güzel yazmak değil, yeniden yazarak anlatılana farklı artalanlar kazandırmaktır. Kuyumcu ya da simyacı özeniyle yola çıkmak, soyutlanıp dönüştürülen olguların farklı imgeler, çağrışımlar-göndermeler, işlevsel ya da yığma-dolgu yerli yerinde kullanılmış ayrıntılar, satır araları, suskunluklar, sözdizimi sekmeleri, sıçramalar vb. pek çok yazınsal öğeyi kullanarak bunlar aracılığıyla anlam-anlamlandırma ağları kurabilmektir.

Sıraladıklarım yazar olabilmenin zorunlu koşulu, ancak hadi yazar oldunuz, yazarlar arasında seçilebilmeye yetiyor mu bu? Peki, seçilebilen yazar olmak için ne yapmanız gerekiyor?

Bu kez zanaat bağlamında öğrendiğiniz yazınsal dili, kendi özelinizde bozunuma uğratıp dilin salt size ait olduğunu ortaya koyan tutuma gireceksiniz. Bozduğunuz, ama bozarken yeniden kurduğunuz bu dili yeni baştan öylesine özgün kuracaksınız ki, Türkçenin standart diyebileceğimiz yazınsal diliyle arasında hiç mi iç benzerlik kalmayacak. Salt size ait bir dile, farklı dil mantığıyla kurulmuş matematiğe dönüşebilcek bu. Sözün kısası salt size özgü, yani Türkçede yazınsal dil kullananlar arasında tek olacak, biricik kalacak.

Ancak bundan sonra yazar olunuyor. Türkçede kendilerine ait dil yaratmış yazarlar arasında sözgelimi Leyla Erbil, Bilge Karasu, Ferit Edgü, Necati Tosuner, Latife Tekin vb. anılabilir. 1990 Kuşağı yazarları arasında da bu yönde farklı açılımlar sergileyip örnek oluşturan, yaşları artık kırkları aştığı için de erişkin yazarlar katına alabileceğimiz, sonra onları izleyen gençler arasında da küçümsenemeyecek sayıda yazar var.

Bütün bunlardan sonra “Yaratıcı Yazarlık Atölyesi” de ne oluyor diye sorası geliyor insanın değil mi? Buna da sıra gelecek merak etmeyin.

Bu başlıkla veya değişkeli başlıklar altında atölyeler yapmış biri olarak sözüm ne? Herhalde diyeceğim bir laf olacaktır benim de.