SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; YAZINIMIZA GİREN CUMHURİYET TRENİ…;

YAZINIMIZA GİREN CUMHURİYET TRENİ…

M.Sadık Aslankara
(19.5.2022 YAZISIDIR.)

Vicdan Efe’nin Komşu Duvarı (NotaBene, 2022) adlı öyküler toplamını okurken fantastik evreni, bilimkurguyla içlidışlı biçemiyle “Yaşam İstasyonu” adlı öyküsü dikkatimi çekmişti. Artık “yalnızca birer insan silueti haline gel(diğini düşünen)” bir grup, “hayat(larının) anahtarı(nı) başkalarına teslim” (9, 10, 17) etmeme çabası içindedir. Bu amaçla “başkalarının planladığı (bu) zorunlu hayatı bırakıp hayal ettikleri, istedikleri yaşamı elde etme şansını yakalam(ak)” adına, öyküde isteklerinin gerçekleşeceğini umdukları trenle, bir yolculuğa çıkar.

Vicdan, öyküsünde, anlatı öğesi treni, bir değişim-dönüşüm simgesi bağlamında alırken bu yönde işleyip geliştiriyor öyküyü.

Bizde Gençlik Marşı’ndan Onuncu Yıl Marşına, hep bir değişim, dolayısıyla zamanda akış olgusunun giydirildiği böylesi süreçler, “büyük” adımlar olarak gösterilirken, bu büyüklüğün, bir bozunuma uğratma sonucu yüceltilmesi, idealize edilerek “büyültülmesi”, bütün toplumların farklı zamanlarda, eşiklerde yaşadığı tarihsel bir olgu aslında. Kuşku yok ki bunun toplumsal, ekonomik, sınıfsal, teknolojik, sanayi vb. anlamında büyük bir aşamaya karşılık geldiği de ortada aynı zamanda.

Fatma Erkman Akerson’un Edebiyattaki Tren, Şu Bildiğimiz Tren mi? (Bilge Kültür Sanat, 2021) başlıklı çalışması, trenin farklı bir evreyi simgelemesi açısından yalnız yazınımız için değil, yanı sıra öteki sanat dalları için de önemli bir eksikliği gidermede dayanak oluşturabilecek bir yapıt.

Yazarın bu yapıtından alıntılayacağım birkaç satırla kitabı tanıtırken tren olgusunun edebiyata katılışıyla toplumsal yaşamdaki yansımalarına değinerek konuya dikkat çekmenin yarar getireceğini düşünüyorum.

Her okur, kuşku yok ki kendi okuma deneyimleri içinde özellikle öykü, roman türlerinde “tren” olgusunun içine girip bununla ilgili farklı boyutlar, açılımlarla karşılaştı, sonuçta anlatısal öğe bağlamında trenden kalkarak bir artalan oluşturdu aynı zamanda kendince.

Erkman Akerson, andığım yapıtıyla ilgili, “Cumhuriyet’ten günümüze Türk edebiyatında trenlerin nasıl ele alındığını incelemek istiyorum,” deyip “trenin edebiyattaki simgesel değeri” (11, 12) üzerinde de durmak istediğini belirtiyor. Yazar bu doğrultuda 1936-2019 arasında yayımlanan kırk iki öyküyle 1938-2019 arasında yayımlanmış on iki romanı alıyor, böylelikle yuvarlamayla seksen yıl boyunca yazınımızda trenin bir anlatı öğesi, gereci, simgesi vb. olarak yer alışı, yansıyışı vb.bu yönde yapılan değerlendirmeyle bütünlenmiş oluyor.

Bu değişimde bir iki ipucu şöyle sıralanabilir: “Trenler… Endüstri devrimini mümkün kıldılar, dünyayı algılama biçimimizi değiştirdiler, görme alışkanlıklarımızı, mekân algımızı, zaman algımızı (…) altüst ettiler!” (8)

“Trenler yalnızca bazı kuşakların anılarında kalmadılar, edebiyata da girdiler. Edebiyata girdikleri zaman da, edebiyata giren herşey gibi büyülü bir nitelik kazandılar. (…) / İşte burada ‘trenler önce yaşamlarımıza, sonra da edebiyatlarımıza hangi kılıklara bürünerek girdiler?’ diye sorabiliriz.” Yazar bu yöndeki çalışmasında amacının, trenlerin, “edebiyata nasıl girdiklerini, hangi öykülerin içinden nasıl geçtiklerini araştırmak,” olduğunu da belirtiyor bize. (9)

Yalnız edebiyat, tiyatro, sinema değil resimden müziğe bütün sanat dallarında trenin ayrı bir yeri olsa gerek.

Bizde demiryolunun, görsel anlamdaki o olağanüstü derinliği yanında yazınımızda ne ölçüde yer bulduğu, bunlarla ilgili seçkilerin, değerlendirmelerin neler olduğu ayrı bir yazının konusu kuşkusuz…

Bir “demiryolcu çocuğu” olarak Abdülkadir Ayhan, Bozkır Göğünde Yıldızlar (Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001) adlı yapıtıyla yalnız bu anlamdaki eksikliği gidermekle kalmıyor, demiryolunun var ettiği kültürü de enikonu tanıtıyor bize. Hatta bir açıdan demiryolumuza yönelik, diyelim bir ansiklopedi armağan ediyor.

Ayhan, olayın ayırdında biri olarak, yazınımızdaki bu eksikliği vurguluyor önce: “Her ne kadar kimi film senaryoları ile tiyatro oyunlarında, kimi öykülerde de tabii, demiryolu konusu işlenmişse de demiryolunun bir bütün olarak ele alınıp işlenmediği de bir gerçekti. Sözü edilen bu eserlerde demiryolu, konunun kendisi olmaktan çok, konunun geçtiği bir mekân, bir dekor durumundaydı. Deyim yerindeyse ‘Esas Oğlan’ değildi demiryolu.” (1)

İşte Fatma Erkman Akerson, Edebiyattaki Tren, Şu Bildiğimiz Tren mi? adlı yapıtında onu yani treni öykünün, romanın “esas oğlan”ı olarak ele alıp geniş bir bakış açısıyla işlerken edebiyatımızın, özellikle toplumsal yaşamdaki dönüşümlerin göstereni olarak buna değgin anlamca zengin bir artalan da getiriyor okur önüne.

Bu yazıyla bir ara istasyona gelmiş olayım kendi payıma; şu, demir ağlarla örülen yurdun katman katman öyküleri, romanları aracılığıyla 19 Mayıs’ın da bir yola çıkış öyküsü olduğunu düşünerek.

O halde bu demir ağların daha başka istasyonlarına da uğrayacağım demektir ileride kimi yazılarımda.