M.Sadık Aslankara (17.8.17 yazısıdır.)
Kadın yazarlarımızın günümüzdeki gücüne, görüntüsüne, nicel yayılımıyla nitel düzeyine bakarak bunun bugüne özgü bir durum olduğu, kendiliğinden ortaya çıktığı, varoluşsal fışkırış halinde öncesiz bir kadın yazar çoğulluğu döneminin yaşanmaya koyulduğu sanılmamalı.
Geçmişte de kadın yazarlarımız, büyük bir savaşımın içinden geçerken seslerini duyurmayı, kendilerini göstermeyi, birer yazar olarak varlıklarını ortaya koyup dayatmayı başarmıştı. 1908 sonrasında somutlaşan görece bu kadın örgütlenmesinin bir kadın yazar kolu olarak yüzyıldan daha önce belirginleştiği söylenebilir o halde. Kaldı ki, bunun, örtük de olsa daha öncelerde başladığı bilinmiyor değil.
Öte yandan kadının kalem oynatması kadar sonraki aşamada baba ya da koca gölgesinden sıyrılıp doğrudan kendi adını koymasına uzanan adımlarının da Batı dünyasıyla örtüşür gelişmeler olduğunun altını çizmek gerekiyor ayrıca.
Diyeceğim bugüne bir çırpıda, bir sıçrayışta gelinmiş değil. Tarihçeyle adımların, gelişmelerin sıralanabileceği en az yüz on yıllık birikim var olgunun ardında.
Ancak bütünsel açıdan yaklaşıldığında iki vektörel eğrinin bu hareketi etkileyip bunda yön belirleyici olduğu açık. İlki kadın örgütlülüğü anlamında hareketin toplumbilimsel yanı, ikincisi de yazınsal değer, nitelik açısından sergilenen düzey…
Cumhuriyet öncesinde örgütlülük, belki çok daha öne çıkmış oldu, doğaldı bu, Çünkü iş, bütünsel açıdan bir kadın hareketinin başarı kazanmasıydı başlangıçta. Ama yine de yüzyıllar boyu suskun kalmış kadın varlığın bu kertede yükselmeyi başaran sesi başlı başına korunması, geliştirilmesi gereken damar konumu taşıyordu kuşkusuz.
Yazınsal açıdansa zaten anlatım ağırlıklı bir yönseme egemendi o yıllarda. Bu tutum, kadın yazarlarımızda bir iç dökme kavrayışının gelişerek süreç içinde sanatsal dönüşümüne katkı sağladı belki, ama onlar kadın olarak bu kavgayı sürdürürken önlerindeki engelleri aşmak için savaşım verecekleri öngörüsüyle bu yönde bilince de sahipti aynı zamanda.
Cumhuriyetin kazandırdığı ivme, bundan sonra geliyor. Kadın yazarlarımızın değil yalnız, tüm yazarlarımızın yazınsal açıdan nitelikçe olumlu yönde gelişirken görevci bir kavrayışın etkisinde enikonu güdük kaldıkları, yeterli gelişim gösteremedikleri öne sürülebilir.
Kadın yazarlarımız 1930’lar, 40’lar boyunca düz de sayılsa bir gelişim göstermemiş değil elbette. Ancak cumhuriyetle birlikte yaşadıkları görece özgürlüğün, kendilerini kadın hareketlerinin ötesine fırlattığı öne sürülebilir pekâlâ. Sonuçta yazınsal gelişimde beklenen ivmenin, ancak 1950’lerde kuşak yazarlarınca topluca doruğa çıkarıldığı göz ardı edilmemeli. Burada asıl önemli olan, kadın yazar sesinin kökenindeki dönüşüm kuşkusuz.
Nedir kadın yazar sesindeki bu dönüşüm?
Kadın yazar sesinin, toplumsal cinsiyetçi anlamda erkek yazarların sesiyle Osmanlı’dan bu yana yansıttığı örtüşürlük üzerinde durulmalı ilkin. Ne ki cumhuriyete geçiş döneminde de kadın yazarların görevci anlayış yönünde bu yükü yine sırtlandığı, sonuçta eril ses kabuğunu pek çatlatamadan yazınsal etkinliklerini sürdürdüğü görülüyor.
İşte bu kabuğu çatlatmadaki farklı adımların Nezihe Meriç’ten Leylâ Erbil’e, Sevim Burak’tan Füruzan’a genel olarak 1950 kuşağı öykücüleriyle başladığı söylenebilir. Nitekim önceki kuşak yazarı olarak alacağımız Peride Celal’in de bu dönemde farklı bir sıçramayla 1950 kuşağı etkisi altına girmesi, bu yöndeki kuşak eğiliminin gücünü ele veriyor. 1960’lar, 70’ler boyunca da sürüyor bu.
1968 şahlanışı, kadın yazarlarımızı, yine görevci bir kavrayışın kıskacına alıp onları farklı yönlere savuruyor denebilir.
Derken 12 Eylül… 1980’lerle birlikte 1990’larda yazında postmodernizm çatışma-tartışmalarıyla büyük yarılma bağlamında algılanabilecek aks çatlağı; ardı sıra gelen büyük yazar patlaması…
Evet, önce bir büyük patlama yaşandı yazınımızda; birdenbire yüzlerce, en azından bin dolayında bir yazar çıktı ortaya ilk kitaplarıyla 2000’e dek gelen süreçte.
İşte kadın yazar, bu büyük patlama içinde en özgün damar halinde kendini ayırdı, özgülleşti, hatta öykü alanında apaçık öne geçti. Bugün öykücülümüzün bu kadın yazarlarca temsil edildiğinin asla gözden kaçırılmaması gerekiyor.
Bu nedenle kendi payıma, 2000 sonrasında öykücülüğümüzü yönlendiren bu kadın yazarlarımızın öykümüzde bir “kadın kolu” oluşturduğu kanısındayım. Üstelik bu kadın kolu, öykücülüğümüzde dişil bir sesi yaygınlaştırırken yanı sıra nitel bir düzey de kazandırmış görünüyor. Ne var ki genç kadın yazarlarımızdan Can Gürses, bu kanıda değil. Düşüncesini şu sözlerle paylaşıyor:
“Yalnızlık, edebiyat ve dişilik arasında kan bağı değil de can bağı vardır. Bana kalırsa iyi edebiyat -onu var eden bir kadın yazar da olsa erkek yazar da olsa- dişi tınlar.” “Hayatın doğasında gizli o dişi nidaları değil de dünyanın düzenine ait o eril, mertlik taslayan deyişleri seven çoğunluk da ancak böyle, dişiliklerini dillerinden arındırarak, sakınarak yazan kadınları okuyor okursa.” (Cumhuriyet, 24.8.2015)
Can Gürses böyle düşünebilir, ama kadın öykücüler kolu, Nedim Gürsel’in vurgusuyla “özgün bir edebiyat yaratmayı bilmiş” olarak dişil seslerle haykırıp bu uzun yürüyüşünü inatla sürdürüyor yine de… (Bozkırdaki Yabancı, Doğan, genişletilmiş ikinci baskı, 2006, s.142, [Denemenin çevirmeni; İlham Alemdar] )