SAYFA YAZISI: Öyküde Gettolaşma…

Öyküde Gettolaşma
M.Sadık Aslankara
(14.6.2018 YAZISIDIR.)

Öykünün biçemsel, anlatısal, söylemsel vb. niteliklerine ya da yansıttığı daha başka farklılıklara bakarak görece de olsa onu, “gettolaşma” kavrayışı içine gömecek ya da buna kapı aralayacak bir yaklaşım kuşku yok ki alabildiğine yanlış. Bunun, yalnızca bu nedenden ötürü öykü sanatına zarar vereceğini unutmamak gerekiyor. Çünkü öykücülüğümüz de yazarlarımız da aynı yazın içinde bütünsel anlamda tek bir ana gövdede kendini gerçekleştirip var ediyor, böylece de ileriye uzanıyor.

Gettolar oluşturarak değil ama.

Öykücülüğümüze en büyük zararı, bu yönde sezinletmeler içeren, böylesi yaklaşım sergileyen, öykücülüğümüzü ister istemez gettolaşmanın dar hendesesine hapsetme gayreti hâline dönüşen, “kurtarılmış mahalle” kavrayışının getireceğinden hiçbirimizin kuşkusu olmamalı!

O halde ister öykü / hikâye olarak nitelensin, ister kentlilik / kırsallık taşısın, isterse anlamlandırıcı / anlatıcı özellik yaysın, şu bu, ne renk gösterirse göstersin, nasıl açılım sergilerse sergilesin her öykü, anadilin ham ya da olgun, doğal ya da işlenmiş, yüksek kıratta ya da ilkel birer cevheri olarak alınabilir. Bu yüzden yazarlarımızın hiçbirini ayırmaksızın öykücülüğümüzü tek bir gövde halinde korumanın, bütünü koruma ilkesini benimsemenin kaçınılmaz görev olacağı çok açık.

Özetle öyküde “gettolaşmaya hayır!” demek boynumuzun borcu.

“Öykü toplama merkezi” adı altında değerlendirilebilecek birimler, birer öykü gettosu olarak değil, tersine gettolaşmaya izin vermeyen yapılar olarak alınmalı. Çünkü öykücüler, söz konusu toplama merkezleri arasında süreğen bir alışverişle yoğun trafik içinde bir açıdan öykü havuzumuza sürekli taze su taşırken, bu havuzun durgunlaşıp kirlenmesinin de önüne geçiyor aynı zamanda, ona âdeta yaşamsal canlılık kazandırmış oluyor kendiliğinden.

Ne var ki buna aykırı davranışlar somut biçimde kendini ele vermiyor olabilir, ancak böylesi tutumların hiç mi hiç sezilmediği de düşünülmemeli kesinlikle.

Kimi birimler, dıştan birer öykü toplama merkezi olarak kendini somutlasa da terminallik yapma işlevini yerine getirmeyen, bu nedenle de hep aynı suların doldurduğu kapalı bir havuza dönüşebiliyor. Ya da süreç içinde bu hâle gelebiliyor, git gide kapalı bir öykü mahallesi olup çıkıyor sonuçta ortaya.

Bu durumun, yazma hevesi taşıyan insanların, önlerine çıkan herhangi öykü şemsiyesi altına girmesiyle ortaya çıktığı, ama şemsiye sunan veya tutanların bu şemsiyeyi âdeta “yem” gibi görerek her ne olursa olsun bu gücü elden bırakmak istemeyişiyle buna çanak tuttuğu öne sürülebilir bana göre.

İşte o zaman havuz yaşamsallığını yitiriyor, genetik çeşitliliğin, hava alışverişinin ortadan kalktığı akışsallık göstermeyen bu sular, öykünün gelişmesi yerine körleşmesine neden oluyor.

Böylesi birimlerin hiç mi hiç bulunmadığı düşünülmemeli.

Hep kendi içlerinde evlilik yapan kapalı toplumlarda görülen kimi genetik hastalıklara benzer biçimde öyküye dönük bu türde bir hastalık olgusu da öykücülüğümüzde uçtan uca kendi karanlık tablosunu kurmaya koyuluyor denebilir o zaman.

Tekseslilik paydasında kendi şemsiyesinden ötesini görmeyen taşra ya da varoş kalıbı olarak kurulu mahalle anlayışına sahip, bunu baskılama gerecine dönüştüren her öykü birimini bu yönde almak olası geliyor bana.

Kendi belirledikleri kalıp içinde hep aynı çeperlere tutunan, yeni sularla buluşmak bir yana havuzdaki suyu gide gide ağırlaşmış, artık hiçbir yaşamsal yan taşımayan birimler, öykücülüğümüzde önemli bir çatlak bağlamında alınabilir.

Öykü yazma hevesi içinde, öykü yazmaya çalışan gençler, bu konuda duydukları heyecanı, coşkuyu buralarda yitirebilir. Böyle birimlerin, öykü sanatını kendi içinde hep kendine çevirip döndüreceği, böylelikle ciddi erozyona yol açabileceği asla göz ardı edilmemeli. Çünkü ne denli ilkel duruş sergilerse sergilesin, “öykü kaçağı” bu birimler, internetin de sağladığı rüzgârla, teknolojik parıltı yayabiliyor.

Diyeceğim, yine bu yolla yayılan, neredeyse bir alt katmanda alanı istila etmiş görünen baş sallamaya dayalı bir öykücülük anlayışının gençleri hiç mi hiç etkilemediği, etkilemeyeceği düşünülmemeli.

Yanlış örnek, bir rol modeline dönüşebiliyor çünkü.

SAYFA YAZISI

ÖYKÜDE GETTOLAŞMA

M.Sadık Aslankara

(14.6.2018 YAZISIDIR.)

 

Öykünün biçemsel, anlatısal, söylemsel vb. niteliklerine ya da yansıttığı daha başka farklılıklara bakarak görece de olsa onu, “gettolaşma” kavrayışı içine gömecek ya da buna kapı aralayacak bir yaklaşım kuşku yok ki alabildiğine yanlış. Bunun, yalnızca bu nedenden ötürü öykü sanatına zarar vereceğini unutmamak gerekiyor. Çünkü öykücülüğümüz de yazarlarımız da aynı yazın içinde bütünsel anlamda tek bir ana gövdede kendini gerçekleştirip var ediyor, böylece de ileriye uzanıyor.

Gettolar oluşturarak değil ama.

Öykücülüğümüze en büyük zararı, bu yönde sezinletmeler içeren, böylesi yaklaşım sergileyen, öykücülüğümüzü ister istemez gettolaşmanın dar hendesesine hapsetme gayreti hâline dönüşen, “kurtarılmış mahalle” kavrayışının getireceğinden hiçbirimizin kuşkusu olmamalı!

O halde ister öykü / hikâye olarak nitelensin, ister kentlilik / kırsallık taşısın, isterse anlamlandırıcı / anlatıcı özellik yaysın, şu bu, ne renk gösterirse göstersin, nasıl açılım sergilerse sergilesin her öykü, anadilin ham ya da olgun, doğal ya da işlenmiş, yüksek kıratta ya da ilkel birer cevheri olarak alınabilir. Bu yüzden yazarlarımızın hiçbirini ayırmaksızın öykücülüğümüzü tek bir gövde halinde korumanın, bütünü koruma ilkesini benimsemenin kaçınılmaz görev olacağı çok açık.

Özetle öyküde “gettolaşmaya hayır!” demek boynumuzun borcu.

“Öykü toplama merkezi” adı altında değerlendirilebilecek birimler, birer öykü gettosu olarak değil, tersine gettolaşmaya izin vermeyen yapılar olarak alınmalı. Çünkü öykücüler, söz konusu toplama merkezleri arasında süreğen bir alışverişle yoğun trafik içinde bir açıdan öykü havuzumuza sürekli taze su taşırken, bu havuzun durgunlaşıp kirlenmesinin de önüne geçiyor aynı zamanda, ona âdeta yaşamsal canlılık kazandırmış oluyor kendiliğinden.

Ne var ki buna aykırı davranışlar somut biçimde kendini ele vermiyor olabilir, ancak böylesi tutumların hiç mi hiç sezilmediği de düşünülmemeli kesinlikle.

Kimi birimler, dıştan birer öykü toplama merkezi olarak kendini somutlasa da terminallik yapma işlevini yerine getirmeyen, bu nedenle de hep aynı suların doldurduğu kapalı bir havuza dönüşebiliyor. Ya da süreç içinde bu hâle gelebiliyor, git gide kapalı bir öykü mahallesi olup çıkıyor sonuçta ortaya.

Bu durumun, yazma hevesi taşıyan insanların, önlerine çıkan herhangi öykü şemsiyesi altına girmesiyle ortaya çıktığı, ama şemsiye sunan veya tutanların bu şemsiyeyi âdeta “yem” gibi görerek her ne olursa olsun bu gücü elden bırakmak istemeyişiyle buna çanak tuttuğu öne sürülebilir bana göre.

İşte o zaman havuz yaşamsallığını yitiriyor, genetik çeşitliliğin, hava alışverişinin ortadan kalktığı akışsallık göstermeyen bu sular, öykünün gelişmesi yerine körleşmesine neden oluyor.

Böylesi birimlerin hiç mi hiç bulunmadığı düşünülmemeli.

Hep kendi içlerinde evlilik yapan kapalı toplumlarda görülen kimi genetik hastalıklara benzer biçimde öyküye dönük bu türde bir hastalık olgusu da öykücülüğümüzde uçtan uca kendi karanlık tablosunu kurmaya koyuluyor denebilir o zaman.

Tekseslilik paydasında kendi şemsiyesinden ötesini görmeyen taşra ya da varoş kalıbı olarak kurulu mahalle anlayışına sahip, bunu baskılama gerecine dönüştüren her öykü birimini bu yönde almak olası geliyor bana.

Kendi belirledikleri kalıp içinde hep aynı çeperlere tutunan, yeni sularla buluşmak bir yana havuzdaki suyu gide gide ağırlaşmış, artık hiçbir yaşamsal yan taşımayan birimler, öykücülüğümüzde önemli bir çatlak bağlamında alınabilir.

Öykü yazma hevesi içinde, öykü yazmaya çalışan gençler, bu konuda duydukları heyecanı, coşkuyu buralarda yitirebilir. Böyle birimlerin, öykü sanatını kendi içinde hep kendine çevirip döndüreceği, böylelikle ciddi erozyona yol açabileceği asla göz ardı edilmemeli. Çünkü ne denli ilkel duruş sergilerse sergilesin, “öykü kaçağı” bu birimler, internetin de sağladığı rüzgârla, teknolojik parıltı yayabiliyor.

Diyeceğim, yine bu yolla yayılan, neredeyse bir alt katmanda alanı istila etmiş görünen baş sallamaya dayalı bir öykücülük anlayışının gençleri hiç mi hiç etkilemediği, etkilemeyeceği düşünülmemeli.

Yanlış örnek, bir rol modeline dönüşebiliyor çünkü.