ÖYKÜDE NEREDEN NEREYE GELDİK?
M.Sadık Aslankara
(14.11.2024 YAZISIDIR)
1.Bölüm
Yüzyılımızın ilk çeyreğinde (1999-2024) yayımlanıp da okuduğum öykü kitapları üzerine bunları aylardır yeniden işleyerek sürdürdüğüm dizi yazıyı noktalarken ilkin başlıktaki soruyu dürteyim biraz. Bu sorunun, salt söz konusu döneme yönelik olmadığını, olmayacağını kestirmişsinizdir elbet.
Bir bebek doğar, delikanlı olur, böylelikle yeni bir kuşak yaşama atılır yirmi beş yılda değil mi. Soru, bizi, öykücülüğümüz, öykümüz, öykülememiz, öykü sanatımız, yayınımız yanında, okur-yazar, etkinlik vb. bir tür bütünsel dağarla da yüz yüze getirebilmeli.
Böyle olunca soruyu bir kez daha yinelemekte yarar var: öyküde nereden nereye geldik? O zaman Ahmet Mithat üstadı nirengi aldığımızda, yuvarlamayla yüz yetmiş yılı aşan bir süreci dikkate alarak düşünüp bu doğrultuda soruyu deşmemiz, âdeta kazı yapıp bu yönde çok geniş bir soru yelpazesinin önünü açmamız gerekir.
Sonra da bütün soruları üç bölüme ayırıp bunları kavramsal bir temele oturtarak bütünsel yanıt ortaya çıkarabiliriz görece: 1. Ahmet Mithat’tan cumhuriyete, özellikle 1928’e dek öyküde nereye geldik, 2. Cumhuriyette, 1928’den 1999’a yetmiş yılda öyküde nereye geldik, 3. 1999’dan 2024’e cumhuriyetin son, yeni yüz/binyılın ilk çeyreğinde öyküde nereye geldik?
Evet, öyküde nereden nereye geldik sonuçta? Nerelerdeydik, nerelerden yola çıkıp nerelere geldik? Hadi başlayalım…
- Arayışlar, Yakalayışlar Çağı,
- Buluşlar, Aşmalar Çağı,
- Dönüşme, Dünyalaşma Çağı.
Bunları, bu haftanın Sayfa Yazısıyla başlayıp yine bir dizi halinde, ama bu kez daha minik bir çerçeveye alıp genellemeye dönük özetlemeler biçiminde bu küçük başlıklar altına yerleştirerek, önümüzdeki birkaç hafta içinde nokta koymaya, böylece sonuçlandırmaya çalışacağım.
Temel yönseme bağlamında yukarıdaki evrelerden ilkinde “çıkış”ın, ikincide “yaratış”ın, üçüncüdeyse enikonu küreselleşmeye dayalı bir “fırlayış”ın arandığı görülüyor. Biz özellikle sonuncu evreye yoğunlaşıp odaklanacağız elbette. Ne ki buna geçmeden ilk iki evreye de kısaca göz atmamız gerekiyor.
Şimdi, yukarıda “giriş” anlamında söylediklerimi, aşağıda kendi başlıkları altında genel bir ele alışla serimleyelim.
- Çıkış: Arayışlar-Yakalayışlar Çağı
Tanzimat’la birlikte Osmanlı’nın gazeteci, yazar, aydın tabakası, bir yandan Fransa, İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın toplumsal yaşamında ağırlıklı yere sahip öykü-roman türlerinin birebir örnekleriyle iç içe deneyimler geçirmiş, bu arada ülkeye dönüşlerinde bunun örneklerini dilimizde yeniden kurabilmek amacıyla çeviri, uyarlama, esinlenme vb. yoluyla ciddi, yoğun emekli bir çabaya girişmişti.
Öyleyse gazeteler, sayfalarında yer alacak tefrikalar yoluyla bu sanat halkla buluşturulabilirdi. Bu amaçla halkın ilgisini çekebilecek tefrikalar aracılığıyla bir hamle yapılıp okur kadar, halk kitlelerinde de ilgi yaratılabilirdi.
Söz konusu yaklaşım ayrıca zayıflamış, artık çökmekte olan Osmanlı’nın dirilişi doğrultusunda atılacak adımlar için de pek çok destekle müdahale olanağı sağlayabilirdi pekâlâ.
Öyleyse öyküler, halka kılavuzluk yapmanın önünü açmalı, bunun için anlatmaktan hiçbir zaman kaçınılmamalıdır.
Onun için Osmanlı’da öykü, hep bir arayış içinde görünmüş, yola dönük bu alandaki arayış çerçevesinde bununla özdeşik yakalayışlar gözlenmiştir. Nitekim öyküdeki onarımlarını, sağlamalarını ancak cumhuriyetle gerçekleştiren Hüseyin Rahmi, Halit Ziya, Refik Halit gibi büyük yazarları örneklemek olası. Bunlara Memduh Şevket vb. yazarlar da eklenebilir gönül rahatlığıyla. Bu nedenle “arayış” temelinde gerçekleşen Osmanlı hikâyeciğinde anlatısal biçem üzerine düşünüş daha geç tarihlerde ortaya çıkmış, öykünün iç-estetik yapısıyla değil dışa dönük yapısıyla, anlatılanın ağırlığına bağlı olarak önem, değer kazanmıştır. Sözgelimi “dekadan” tartışması da yine bu yönde alınabilir.
- Yaratış: Buluşlar, Aşmalar Çağı
Cumhuriyet döneminde de Osmanlı kavrayışı sürmüş, özellikle Halkevi öykücülüğü çerçevesinde bu kavrayış pekişmiştir de. Ne ki başlangıçtaki bu girişme 1930’lar sona ermeden daha Sadri Ertem, Sait Faik, Sabahattin Ali üçlüsüyle asıl çizgisine getirilerek öyküye çeki düzen verildi denebilir. Nitekim Osmanlı’nın önemli kalemleri de yine bu dönem içinde iyiden iyiye kendilerini toparlama olanağı bulmuş oldu.
Böylece yaratı başrole soyundu, öyküsel yaratış artık öne geçti anlamına geliyor bu. Eğer öyküde bir “yaratı” kıvılcımı görünmüyorsa, neyi, hangi sorunu, önemli konuyu anlatırsa anlatsın öyküsel değer taşıyamayacaktır anlatılan. Bunun öyküsel değer taşıyabilmesi için egemen kavrayış olarak söylediğiyle söyleme biçiminin örtüşmesi gerekirdi çağ boyunca, yoksa anlatılan, hayatta olduğuna benzer bir gerçeklik kazanamazdı okur nezdinde.
Cumhuriyet dönemi, sanatsal yaratış amacıyla hep bir fokurdayış yansıttı bu yüzden. Kimi zaman anlatılan konunun öne geçtiği, öykülemenin yittiği, kimi zaman öyküleme katmer gül halinde açılırken anlatıya dağılan bulanıklık da baskınlaşabildi.
Ama bu üst üste binen yaratışlar, buna dönük buluşlar öyle çabuk aşılıyor, bunların yerlerine yeni arayışlar, buluşlar bir anda öyle egemen hale geliyordu ki, öykümüz 1930’lardan 40’lara 1950’lerden 60’lara, 1970’lerden 80’lere 90’lara dek yuvarlamayla yetmiş yıl boyunca öykümüz artarda sarsıntılar yaşadı.
1990’lardaysa artık yeni bir öykü çağı başlıyordu.