ÖYKÜDE NEREDEYİZ?
M.Sadık Aslankara
(21.11.2024 YAZISIDIR)
2.Bölüm
Önceki yazımda “Öyküde Nereden Nereye Geldik?” başlığıyla yansıttığım yaklaşım çerçevesinde bu kez onun devamı niteliğinde, “Öyküde Neredeyiz?” başlığı altında yeni bir bölüm ekleyip öykücülüğümüz konusunu deşmeyi sürdüreceğim.
Başlangıcından 1930’lara, Osmanlı’dan cumhuriyete, Ahmet Mithat’tan Sait Faik’e dek farklı toplumsal, siyasal yapılar içinde geçen yuvarlamayla altmış-yetmiş yıl, öykücülüğümüzde hep arayışlar, yakalayışlar bağlamında yaşandı. Sonraki çağ yine bir altmış-yetmiş yıl boyunca bu kez cumhuriyetin özgürlükçü yapısıyla buna karşı 12 Eylül aracılığıyla yapılan cumhuriyet karşıtı darbe altında ama yine de 1990’lara dek öykümüzde 12 Eylül’e karşın 1990’a dek anbean buluşlar, bunları aşmalar evresi olarak yaşandı diyebiliriz.
Peki, 1990’lardan sonra öykücülüğümüz nelerle karşılaştı, 12 Eylül etkimesi ne tür yansımalara yol açtı, bundan öykümüz ne yönde etkiler aldı, nasıl bir yönseme sergilemeye koyuldu, şimdi bunların üzerinde duralım. Ancak 1990’larda ortaya çıkıp öyküleme omurgasını biçimleyen bu olgulara-etkimelere geçmeden hep akılda tutulması, hiçbir zaman unutulmaması gereken şu belirlemenin altını çizmemizde yarar var.
Anlatı geleneğimizin, tıpkı şiirimizdekine benzer çok köklü bir geçmişi olduğu biliniyor. Bununla ilişkili olarak Ahmet Mithat’la başlattığımız batı tarzı öykülemeden çok önce nasıl ki henüz yazıya geçilmediği halde masal, menkıbe, destan vb. farklı anlatı biçimleri vardıysa bunların yol açtığı etkimeyle gelenekçi ardıllıkla sözlü anlatılar vb. yoluyla hikâye anlatıcısı bağlamında öykü yazmayı sürdüren kalemler de vardı. Üstelik bunlar, batı etkisini de kendi içinde pekâlâ harmanlayabiliyordu.
Geleneksel öykümüzün uzantılarını geniş yelpazede örnekleyen, yazıya geçmiş haliyle bunu gerek Arap gerekse 1928 sonrası Latin harfleriyle sergileyen öyküleme anlayışını elbette günümüzde de gözlüyoruz, ileride de gözleyeceğimiz gibi.
O halde aşağıda ele alacağımız değişimlerin yanında biçimsel-biçemsel farklılık gösterse bile 1990’ların öyküsünde de geleneksel anlatı örnekleriyle hep karşılaşacağımız açık. Ayrıca bunun, öykü toprağımızı beslemeyi sürdüren, anadilin işlevine benzer köklü bir ana damar olduğu gerçeği de anımsanmalı.
12 Eylül 1980, ardı sıra yaşanan yıllar, 1930’larla başlayıp cumhuriyetçi toplumsal yapıdan gelen kökten kuşak-kuşakların 1950’ler boyunca göz kamaştırarak sürdürdüğü, artçı birikimlere dayalı korumayla 1980 sonlarına dek taşıdığı şahlanışın önüne sanatsal değer açısından çok büyük bir kırılma, fay hattı çıkardı denebilir. Böylece derin bir yarılmanın, toplumsal şizofreninin önü açılmış oldu bir bakıma.
12 Eylül’ün siyasal-ideolojik yanını bırakıyorum, şu üç adımın bizi, çağdaşlık yolunda cumhuriyetin getirilerinden uzaklaştırdığı pekâlâ öne sürülebilir:
- 12 Eylül, her alanda her koşulda başarı için yarış duygusunu, “yenme”, “kazanma” hırsını öne çıkardı, bunun sonucunda gençlerin eşit koşullarda “iyi”ye erişebilmesi neredeyse olanaksızlaştı.
- İngilizce âdeta ikinci bir anadile dönüştürüldü, eğitimde zorunlu hale getirildi, bunun sağlayabileceği uluslararası olanaklardan yararlanmaya dönük girişimlerde yine yarışçı anlayış egemen olduğundan bu eşitsiz tablo hep sürdü. Sonuçta “kimsesizlerin kimsesi” anlamında baş tacı edilen özgürlükçü cumhuriyet artık “ben yaptım oldu” denilen, salt güçlülerin sözünün geçebildiği antidemokratik bir kavrayış temeline yerleşti.
- Bilgisayarın yaygınlaşması, internetteki gelişim, yayın kolaylığı, öykü sanatındaki gizemi kaldırdı, bu olgu, hem öykü yazmayı kolaylaştırdı hem de bunun yanı sıra genç-erişkin, kadın-erkek herkesi, öykü yazmak için kışkırttı da.
İçeride bu yaşanırken dışarıda üç olgunun etkileyici ağırlığı, yukarıda sıraladığım bizdeki olumsuzlukları alabildiğine artırdı. Bunlar;
1 . Berlin Duvarının yıkılışı, 2. Soğuk Savaşın sona erdiği öngörüsüne dayalı kavrayışla bir yenidünya düzeninin kurulduğu, sonuçta küresel bir dünyada yaşandığı düşüncesi, 3. Bunların yansıması olarak sanatın bütün alanlarında postmodernizmin yaygınlaşarak tek seçenek haline gelmesi.
İyi de, bunlar öykümüzde nasıl bir yansımaya yol açtı acaba, birkaç satırla biraz da bunlara değineyim.
Dünyaya yayılmış farklı yapıda, biçimde üretilen anlatılara süreç içinde erişim alabildiğine kısaldığından bunların etkisiyle öykü dağarımızın da bu oranda çeşitlenip zenginleştiği dile getirilebilir ilk ağızda. Buna yarışçı bir anlayışın da katkı verdiği öngörülebilir.
Öykü yazmak, salt teknik gerektiren bir edimmiş gibi düşünüldüğünden sözgelimi bulmaca ya da kurmaca için mükemmeliyet yeterliği, bulmacayla kurmacayı nasıl mükemmel algılatıyorsa benzer inanış öykü için de kabul gördü.
Böylece mükemmellik, bütün öteki öğelerin, değerlerin önüne geçtiği için öyküde salt teknik başarı arandı, metnin bir estetik tartıya vurulmasına gerek duyulmaksızın bu mükemmellik öyküde öne geçti, dönem boyunca aranan genelde hep bu oldu.
Öykünün okurla ille de iletişim kurması gerekmedi, zaten dönemin buyurgan anlayışı bunu özellikle öne çıkarmıştı, bu çerçevede herhangi diyalog kurulması gereği bulunmadan da öykü kaleme alınabileceği öngörüldü. Diyalog, anlatıcının çözümüne bırakıldı.
Bir öykü dalgası büyüyerek geliyordu. Eninde sonunda bu, bir patlama olarak yaşanacaktı kaçınılmaz biçimde. Biz de bunu tartışıyoruz, tartışacağız.
Öyküde nerdeyiz diyoruz ya, öykü dursun biz öykünün neresindeyiz peki.