SAYFA YAZISI; ÖYKÜDE SÖZ HİÇBİR ZAMAN SONA ERMEZ..

ÖYKÜDE SÖZ HİÇBİR ZAMAN SONA ERMEZ…

M.Sadık Aslankara
(19.12.2024 YAZISIDIR)

 

6.Bölüm

Öyküde söz bitmez, çünkü düşünen, oynayan, konuşan, yazan varlık olarak insan, bu nitelikleri yanında anlatan, yalan yanlış da olsa anlattıklarını anlamlandıran bir canlıdır aynı zamanda.

Kısaca anlatıcıdır, anlatının iletkenidir, bundan öte söz olabilir mi?  Buna göre anlattıklarının hem saptayıcısı, kayıt altına alıcısı hem de aktarıcısıdır, ne ilginçtir ki her defasında bütün bunların ilk kez söyleyeni, yeni üreticisidir, bu yüzden hep yaratır, yarattıklarını eskitir, eskittiklerini de yeniden yaratır, doğumdan ölüme bu yaratımını sürdürür.

Akla gelebilecek her ne olursa olsun ne varsa anlatılan, bunların her biri “anlatı” adını alır, “öykü” deyişiyle nitelediğimiz kelam da sonuçta bir anlatıdır hepi topu, kıssadan hisseye gelirsek eğer, öyküyü, modern çağın bir anlatı sanatı bağlamında alabiliriz pekâlâ. Bunların tümünü kol kola tutuşturup öykü başlığı altında bütünlemeye giriştiğimizde, hele düşünün, geçmişten bugüne göz önünden ne kadar öykü geçirmemiz gerektiğini, varın artık siz hesap edin bunu.

Öykü, bu geniş evrenin diyelim karnında cim noktadır âdeta, o kadar, ama gelmiş geçmiş milyarlarca öykünün kuşattığı bu dünyadan hiç kuşkusuz milyarlarca da öykü geçmiştir o halde bugüne dek, yanı sıra elbette bir o kadar, bundan da fazlası, hatta bunların her biri tek tek bir renk yelpazesi halinde iz bırakmış olmalıdır güzelim dünya salıncağında.

Şunca sözün ardından insan kendisine sormadan edemiyor; biz bu hikâyelerin ne kadarını biliyor ne kadarını aktarıyor ne kadarını yaratıyoruz değil mi? O zaman bize dek yuvarlanıp gelen anlatıların hiç değilse birine yaşamımız süresince bir söz, bir ses, bir davranış, bir tık, bir mık filan eklemeden durabilir miyiz, madem uydur uydur yaratan varlıklarız, olacak iş mi bu? Diyelim masal dinliyoruz, aykırı bir gülüş katkıdır, öykünün son tümcesi için o öyle değil böyledir diye eklemeye yeltenmek katkıdır, bir anlatıyı birinin kulağına ayaküzeri fısıldayıvermek katkıdır… Bu hesapla biz, her gün her saat Binbir Gece Masalları’na yeni masallar, masal geceleri ekler dururuz, hiçbirimiz ayırdına varmasak da bunun.

Biz düşünen varlık, uydurduklarımızla varız biraz da, sözün kısası insansak bu niteliği yalanlarımızla koruyup taşıyoruz.

Kimi durur sorarım kendime, izleksel (tematik) olarak daha toplu duruşa sahip konumda sayıca daralsa da yine de konuya, olaya, duruma vb. geniş bir yelpazeye yaslandırılıp indirgendiğinde bir insan, hikâye kalıbıyla üretilen bu anlatıların ne kadarını sığdırabilir yaşamına?

Aylardır yeni yüz / binyılın ilk yirmi beş yılında yayımlanan okuduğum öykü kitapları odağında bir yaklaşımla öykümüz üzerine yazıyorum.

Dünyadan gelip geçmiş milyarlarca hikâyenin yanında ben de binlerce hikâye / öykü okudum kuşkusuz. Birkaç bin kitap, dosya belki ama binlerle ifade edilebilecek sayıda tek öyküye karşılık gelecektir yine de bu elbette.

Bu okuma sürecinde dikkatimi çeken, özellikle sayısal bir yaşamın başlamasıyla birlikte gençlerin, sanki farklı bir bilinç temelinde davranışa sahiplermiş gibi çok farklı yönseme sergilemeye koyulmaları.

“Ultra” diye nitelenebilecek görsel-işitsel iletişim bağıntısı, öğesi, medya uzantılarındaki bütün bu kurulumların hikâyelerine de olduğu gibi yansıyor.

Yüksek entelektüel temeliyle öykü yazarı-okuru aracılığıyla öykümüz, şaşmaksızın hep kendi yazınsal yörüngesinde ilerliyor kuşkusuz, ancak medya uzanımlarıyla bunların hikâyelerinin, modern çağdaş öykümüzü hiç mi hiç etkilemediği de düşünülmemeli.

Özellikle “yapay zekâ”nın yaşamımıza katılmasıyla bir başka evrenin kapısını araladığımız apaçık bir olgu artık. Öyle görünüyor ki yazarlarımızın ikizil nitelikte hem güçlü bir rakibi hem de yaman bir iş ortağı çıkmış oldu öyküde. Bunun yansımasını önümüzdeki yıllarda çok daha yoğun gözleyeceğiz.

Bu olguyu bilmeyen yok. Bunun öyküye dönük provalarının, medya uzanımlarıyla platformlarında hikâye kurma deneyimlerine dönüştüğünü görebiliyoruz kolayca.

Altını çizmek istediğim yan, söz konusu bu hikâyelerde hep izleyicinin (burada öykü okurunun) dikkate alınması, kurgucunun / kurmacacının buna dönük önlemler tasarlaması.

Nitekim gerçekten bu örtüşme bir yandan genç kalemleri daha atak kılarken medya hikâyelerinde de görüldüğü üzere aynı zamanda okurun da hep hikâyede kalabilmesi, okuma edimine gömülmesi, asıl hedef olarak satın aldığı kitabı hep elinde tutması, yazarın başka kitaplarına yönelmesinin de önünün açılması hedefi güdülüyor.

Bu çerçevede özellikle genç kalemler öykünün içine her türden tuzağı şırınga edebiliyor. Bunların başında okurun ilgisini, dikkatini çekecek hızlı tartımlı, geçişleri keskin, sert bir akış, sanki zamana karşı yarış varmışçasına nefes nefese kalınacağı / kalındığı yanılsaması uyandıracak merak vb. geliyor, evet bu da nicedir bilenen bir girişim.

Sonuçta öykünün ilginç bir öz / içerik barındırması, tekdüzelikten mutlaka sıyrılmış olması gerekiyor genç kurmacacıya (kurgucuya) göre.

Bunu, öyküye yıllar önce başlamış yazarlar da uyguluyor, okuyoruz. Peki, gençlerin farkı nerede çıkıyor?

Tek sözcükle şu yanıtı veririm o zaman: Hikâyedeki bu özü yansıtma, yani metni kaleme alırken bunu biçimlendirme hünerinde.

Ne yapıyor peki genç öykücü? Yazdığı öyküyle taşıdığı ilginç, sıra dışı, şaşırtıcı olay, ilişki, kişi, artık ne varsa, yapılandırdığı metinde de bunları bu biçimde olduğu gibi yansıtabilmekte sergiliyor hünerini.

Öyküyü sürdüren önceki kuşaklar öykü metninde bunu yazarak anlatıyor.

Genç öykücülerse öykünün içini yazıya yansıtarak gösteriyor.