SAYFA YAZISI: Öykünün Romana Üstünlüğü…

M.Sadık Aslankara (04.05.17 yazısıdır.)

“Yaratıcılık”, kişinin yaşamını kapsayıp kuşatan âdeta gizli bir yutak konumu sergilese de sanat türlerinde kimileyin “kısa”lar, bizi bu konuda yeniden yeniden düşünmeye zorluyor.

Sözgelimi kısa öyküyü, “farklı tür” olarak, öteki anlatı türlerinden ayırırken gereksinilen yaratıcılık, yalnız “kısalık” olgusuyla sınırlandırılabilir mi? Diyelim “küçürek” olunca öykü? Sonra tek sözcüğün yazınsal metinde taşıdığı değer için ne söyleyeceğiz?

Şiirde dize yapısına getirelim hadi sözü…

Buradan kalkarak düşünürsek, bir atomsal yapıyla karşı karşıya olduğumuz açık değil mi? O halde kısa öykünün, tıpkı şiir gibi matematik gerektiren bir yapılandırmaya yaslandığı ortada. “Kısa oyun”, “kısa film” türleri için de denetleyip bunun sağlamasını yapmak pekâlâ olanaklı.

Peki, anlatıda ana belirleyici nitelik anlamında onu “kısa” yapan şey nedir?  Öteki türlerde aranmayan ama öyküde, oyunda, filmde en önce aranan özellik? En kısa olmaklık hali mi yoksa saltık anlamda kurulması başarılmış bir eksiltililik hali mi? Bir kılavuz anlamında şiiri de koyabiliriz kurulması olası bu tür bir sanatsal kervanın başına.

Artık üzerinden hiçbir şeyin çıkarılamayacağı, soyundurulurken Kerem’in Aslı’sı gibi, kendiliğinden giyiniveren, yakalanacak gibiyken uçan, ama her uçuş, kıpırdanış sonrası yeniden avcunuza konan bir kült estetik değer diyelim buna. İmge, eğretileme, şu bu ne varsa bunların tümünü karşılayıcı bir kavram harmanı halinde.

Üç cümleyle kurulan herhangi küçürek öyküde, beyitte, atasözünde daha çok anlamsal temelde bir öne çıkıştan söz edilebilir belki. Oysa “kısa” nitelemiyle dile getirilen öykü, oyun, film gibi anlatı türleri, bunlara oranla kendilerine dönük iç kapalılıklarıyla atomsal ya da kapsanıklık bağlamında kendilerini gösterir herhalde. Bu türlerin şiire yakınlığı, şiirle iç içeliği, kimileyin şiirin kardeşi vb. yakıştırmalarla anılması boşuna değil bu nedenle.

Bu atomsal yan, “kısa” anlatıdaki en baskın, aynı zamanda en zor özellik kanımca.

Biz dünya ölçeğinde, yazınsal açıdan bunun altından hakkıyla kalkan bir dil kültür toplumuyuz denebilir. Çünkü halk kitleleri arasında, kılcal açılımlara da sahip, gelenek görenek yoluyla birbirine bağlanmış, bu bağlanma içinde birbirini yoğurmuş çok güçlü bir büyük şiir birikimine sahibiz.

Birinci dayanak buysa ikinci dayanak olarak bunu, kadın varlığımız aracılığıyla süren, onların yine gelenek görenek temelli folklorik yaratımıyla, üretimine, sonuçta türün yararlanabileceği kazanım altlığına bağlıyorum kendi payıma.

Geçmişten bugüne söz konusu kadın varlığın birikimi, günümüz kadın öykücülerimizce temsil ediliyor artık.

Kısa öykünün atomsal gücü, şiir birikimimizle kadın varlığımızın sağladığı olanaklardan kaynaklanıyor öyleyse. Bu kanıya dayanırken, bunun doğaçtan gelen, işlenmesi gereken bir cevher katkısı olduğunu belirtmeden geçmeyeyim.

“Kısa” öykü, oyun, film vb. türler, bu cevher, katkı işlenmeden ortaya çıkıyor değil.

Bunu işleyecek olan yaratıcı yazarlık zekâsı işte!

Böyle bir zekâ olmadan da roman yazılabilir belki, ama herhangi öykü asla yazılamaz!

Roman türünü küçümsemek anlamına gelmiyor bu. Ama romandaki anlatının kaldırma gücünün çok daha fazla olduğu, hatta esneklik taşıdığı gibi bir vargıya ulaştırıyor bizi bu dile getiriş. Oysa öykünün tahammül edemediği bir şey bu.

Nitekim roman, “yeni roman”la birlikte “büyürek öykü”ye dönüştükçe o da bundan nasibini alıyor artık alabildiğine. Gerçekten de eksiltililikte, soyundurma değil, giyindirme öne çıktıkça bu yolda çok daha parlak bir görüntü veriyor roman sanatı. Klasik romanı sürdürenler ise tıpkı hikâyenin öykü karşısındaki hamlığına benzer bir hantallık sergiliyor…

O halde modern roman türünün kısa öykü karşısında kurabileceği denge, ancak böyle mümkün; git gide ona benzemesiyle…