ÖYKÜYÜ KİM YAZACAK KİM OKUYACAK?..
M.Sadık Aslankara
(12.12.2024 YAZISIDIR)
5.Bölüm
Öykünün nerelerden gelip nerelere doğru seğirttiği üzerine gelin bu kez bir fantezi sayfası girelim dizi yazımıza.
YouTuber’lığın, sosyal medya fenomenliğinin revaçta olduğu, yaşamın en uzununun, olup bitenin en kısasının yeğlendiği bir çağda yaşamıyor muyuz, buna ayak uydurup düşünelim hadi öyleyse. Olabilse yapay zekâyı çalıştırıp beynimizi sonsuzca tatile göndererek yan gelip yatacağımız bir yaşam anlayışı sürdürmek yanlısıyız ya ömür billah, tembellik hakkımızdan asla vazgeçmeden.
Böyle bir yaşama biçiminin neresine sığdırılır öykü, açıktan sormak gerekir bunu; öykünün gereği var mıdır böyle bir hayat anlayışında, öyle ya hayata neredeyse mandalla tutturulmuş böylesi bir yaşam biçiminde bir minder atılıp öyküye yer açılabilir mi sizce, böyleyse eğer öykü metni okunuyor olabilir mi hâlâ? At öyküyü çöp sepetine, geç git sonra denmez mi o zaman?
“Öykü” dediğimiz yazınsal tür, hele de “yeni öykü”, okuma kültürünü içselleştirmiş kıpır kıpır, dipdiri bir beyin gerektirmiyor mu?
İşin bir yanı bu, diyelim. Ya öbür yanı?
Dünyanın neresine giderseniz gidelim, şu tuhaf mahluk insanoğlu denen yaratığın öyküye, hikâyeye gereksinim duyduğunu da biliyoruz. Dinlemeye olduğu kadar yazmaya, anlatmaya, dinlediklerine yalanlar katmaya, eklemek ne apaçık üretmeye, uydurduklarını gerçekmiş gibi anlatmaya, daha nelere nelere, öyle böyle değil, tam bir yaşam sığınağı halinde buna gereksinim duyuyor insan, kırk derece ateşte yatarken bir tasçık çorbaya duyabileceği gereksinim gibi.
Düşünen varlık, oynayan varlık, anlatan varlık; gerçekten de insan, önü alınamaz, gem vurulamaz bir anlatıcı varlık. Yolunu yuvasını bulurken, avını ocağını ararken, pususunu kurup avını yakalarken bir tür büyü ya da bir ritüel gereği bütün bunları yeniden yaratabilmek amacıyla deli gibi ille de anlatmaya ihtiyaç duyuyor.
Öyle gerçekten de, aç kalır insan, susuz kalır ama hikâye üretmekten, yazmaktan, anlatmaktan kendisini alamaz hiçbir vakit.
Doğumdan ölüme hep anlatan varlık çünkü insan, anlattığı kadar da dinleyen, önü alınamaz bir iştahla, bir büyücü edasıyla bunları hep şevkle paylaşmaya ihtiyaç duyan bir varlık.
Dili yok konuşması yokken gözleriyle anlattı bakarak, harfi yok sözü yokken eliyle koluyla anlattı dans ederek, ama anlattı, anlatılanları dinledi, hep birlikte bu anlatılanları yeniden yeniden ürettiler.
Üretmek anlatmak ne, öyle yaşadılar ki bu hikâyeleri, öykü nefes olup çıktı, önü ardı sonsuzca yaşam havuzuna döndü, bu yolla hayatın paylaşıldığı
Hadi biraz da abartarak diyelim ki dünya yoktu, Tanrı yoktu, başladı şu bizim dalifişek atamız fısır fısır anlatmaya, geliştirdikçe yükseltti sesini, öykü değerini de arşa çıkardı bu arada gitgide.
Hani dil var ya, sonradan sonraya o da bindi anlatılanların üzerine, yazı da yelken açtı anlatılanlar için, hep birlikte hikâyenin yolunu döşeyip elden geçirerek bir güzel işlediler, işte böyle oldu insanoğlu, kendisini yaratıp kendi hikâyesiyle kendisini kuşatıp yontarak.
Yakın tarihimizde insanlaşan bu anlatıcı atamız, binlerce yıl içinde evrile gelişe öyle inceldi ki, artık ilkel atamızın anlattıklarıyla, anlatım biçimiyle yetinemiyor, basbayağı katmerli, süzme, akıl küpü çıldırtıcı, delice anlatımlar bekliyor yazardan, kaleme alınan hikâyelerden.
Öyle böyle değil, çıldırmamak işten değil!
Yazanı okuyanıyla öykü, artık aslanın ağzında da değil midesinde. Başta Aydınlanma çağıydı, atamızın ilk biçimini verdiği hikâye, ilk büyük kırılmasını yaşadı Rönesans eşliğinde, buna denk bizde de Tanzimat’la yaşandı bunlar.
Ama günümüzde bu da yetmiyor artık. Bitti o çağ, geçti gitti bin yıl bile dolmadan, şimdi yeni öyküler üretmek için kampana çalıyor ya, bu kez öyle hazırlıksızız ki, ne yapacağımızı sezebiliyoruz, evet ama bunun gereklerini yerine getirebilmek konusunda zırcahil vaziyette titriyoruz ne yazık ki.
Baştan bu yana öykücülüğümüz bağlamında nereden gelip nerelere doğru yuvarlandığımız konusu üzerine düşünce uçkunlarıyla savruluyoruz neredeyse sürekli.
Binlerce yıl önce, hikâyenin yoluna çıkmaya, insanlığın önünde alabildiğine geniş zaman vardı belki, ancak bugün, “yeni öykü”nün yolunu bulup ona ulaşmaya geçmiştekine benzer zaman yok asla.
Öyküyü yazanla okuyanın, anlatanla dinleyenin, söyleyenle aktaranın, ekleyenle düzenleyenin, uyduranla kaydıranın arasında fark da kalmadı gibi. Ama bakıyorsunuz aşılmaz dağlar var aralarında, bir de bakıyorsunuz bir arpa tanesi kadar bile fark yok aralarında.
Ama şurası bir gerçek, ister yazanı olun ister okuyanı; fark da gitgide ortadan kalkıyor. Öyküye, hikâye edip ille anlatmaya prangalanmış biz insanoğlu, sonuçta yönümüzü bu “yeni öykü”ye çevirdiğimize göre, bunun ister yazanı isterse okuyanı olalım, öykü okuryazarı olarak birlikte kol kola çalışacağız, birlikte üretip öykünün önünü küreyeceğiz demektir ilk elde.
Öykü ya da şiir, genelde yüksek soyutlayım gerektiren her sanat yapıtı, zinde, koflaşmamış, içi boşalmamış entelektüel, çetin ceviz zihne gereksinim duyabilir ancak. İşte zurnanın zırt dediği yer de burası.
Öyküde nerelerden geldiğimiz belli, nerelere doğru gideceğimizi işte bu zinde öykü deposu, zırdeli akıl belirleyecek, o halde önce ona yol verip onun önünü açmalıyız ki, geleceğin öyküsüne giden yolun taşlarını da düpdüzgün döşeyebilsin.
Hadi öyleyse hep birlikte öykü işçiliğine, liyakatle, sevgiyle girişeceğimiz yeni kazılar aracılığıyla gün yüzüne ilk kez çıkacak bu öykü madenini işlemeye.