SAYFA YAZISI; ROMANI SOYUNDURMAK ÖYKÜYÜ GİYİNDİRMEK…

ROMANI SOYUNDURMAK,
ÖYKÜYÜ GİYİNDİRMEK…

M.Sadık Aslankara
(08.05.2025 YAZISIDIR)

 

Mehmet Zaman Saçlıoğlu, yazarlığıma dönük Gamze Akdemir’in Cumhuriyet Kitap dergisinde yaptığı söyleşiden söz açınca telefonda, şöyle bir doğruldum.

 Mehmet Zaman benim, yazında çok az sayıdaki birkaç dostumdan biri. Ayrıntılı okuduğunu söylediği söyleşide özellikle dikkatini çeken iki konuya değinmek istediğini aktardı.

Ardından “soyundurmak giyindirmek”, “dil yaratmak” başlıklarına getirdi sözü. Söyleşide bunların yeterince açılamadığını, biraz kapalı kaldığını, oysa çok önemli olduğunu, okurların da buna geniş ilgi duyacağından kuşku duymadığını belirtip bu iki konuyu genişleterek bunlar üzerine ayrıca yazmamı önerdi, bunun çok yararlı olacağını da belirtti. Uzunca konuştuk; soyundurmak-giyindirmek olgusunun, bir tür eksiltme-ekleme gibi tıraşlama-yükleme olarak alınıp geliştirilebileceği düşüncesini de paylaştı ayrıca benimle.

Kendisine bu ilgisi, önerisi, katkısı nedeniyle teşekkür edip iki başlık hakkında zamana yayılı halde iki ayrı yazıyla uzanacağımı söyledim kendisine. Bunu daha çok notlama bağlamında alacağımı, arkasını getireceğimi ekledim.

Şu birkaç haftaya, başlıklarda da görüleceği üzere Mehmet Zaman’ın bu önerisi damga vuracak. Böylece ben de bu iki hafta boyunca, gecikmeden konuya dönerek araya mesafe koymadan konuyu bir kez daha işleme fırsatı bulacağım.

Ancak bu yazıları yine de görece birer düşünce uçkunu halinde konunun açılımı amacıyla kaleme alacağımı sonrasında daha sıkılanmış, yeğniliği kaldırılıp yeğinleştirilmiş biçimiyle “Kitaplar Adası”nda ayrıca işlemeyi gerekli gördüğümü ekleyeyim. Bakalım sizler ne düşüneceksiniz bu konuda?

Ama yine de önce Gamze’nin söyleşisinde aktardığım düşünceleri, salt o bölümü öne çekerek bir kez daha derli toplu aktarayım istiyorum. Ardı sıra getireceğim öne sürüşler yerli yerine oturtulabilsin böylelikle. Alıntı şöyle:

“Romandaki dil, mantık farklı; önce bunu yerine koyalım, öykü diliyle yola çıkılamaz, öykü kurmaya, hele hele hikâye anlatmaya benzeyen bir yapı yansıtmaz asla roman. El altından dağıtıma çıkmış, “romanın, öykünün uzun hali olduğu” gibisinden hamhalat düşünceye kimilerinin prim verdiğine de tanık olabiliyoruz, bu ayrı.

“Her yazınsal türde gözlendiği üzere elbette romanın da kendisi gibi olmayı arzu edeceğini, onun da biriciklik, teklik sergilemek isteyeceğini kestirebiliriz. Ne var ki roman, soyundurulmak için vardır, oysa öykü giyindirilmek ister hep.

 “Öykü bir mahremiyet alanıdır, size aittir. Roman soyundurularak, öykü giyindirilerek derinleşip kavramsallığa ulaşır çünkü. Bu yolla bireyin dünyasında her an yeniden üretilir, böylece yakaladığı kavramsallık tortusuyla görece de olsa sürdürdüğü bir kalıcılık olgusuyla varlığını korur.”

Yukarıdaki satırların ardından önce “öykü”, “roman” türlerini, bu türlerde bugüne dek okuduğumuz, okuma deneyimlerimizden yola çıkarak bu yapıtlarla ilgili kurduğumuz yaşantısal işbirliğimizi, bununla ilgili belleğimizde kalan anıları, izleri, ipuçlarını düşünelim.

Roman önümüze bir kült kaya halinde gelmiştir. Aslında yeraltındayızdır, romanda madene ulaşabilmek amacıyla kazı yapılacaktır, ne ki biz varsayımsal olarak yer altında değil gün yüzüne çıkmış bu kazıyı yapmaktayızdır aslında. Ulaşılacak maden, bu kült taşın içindedir ama bu kocaman toprak-taş kütlesi bir bütün olarak madene karşılık gelmez. Bir ayıklama, arındırma, onu ortaya koyma, madene ulaşma çabası gerektirir. Madenin bulunduğu kütle içindeki “roman cevheri”, öyle kolayına kendini hemen ele vermez; bu kütle işlendikçe, elden geçirildikçe ortaya çıkar, kendini göstermeye koyulur, biz de böylece altın arayıcılarının sevincini yaşarız.

Demek ki romanı biz, soyundurarak okuruz. Buradaki soyundurma, madenin bulunduğu toprağın işlenmesi, ayrıştırılması, çeşitli yöntemlerle elenip düşünsel süzgeçten geçirilerek cevherin elde edilmesi anlamına gelecektir. Bu çalışma yeraltı kazısı halinde sürdürülür. Hep arındırmaya doğru giden bir harekettir, maden kazısıyla arasındaki fark, onda artakalan yığıntı “cüruf”ken, romanda bunun yani tıraşlayıp geride bıraktıklarımızın, yazar tarafından tıpkı doğadakine benzer bir kendiliğindenlik kurgusuyla özel bağlamda bütünlenik nitelik taşıması, asla “cüruf” bağlamında alınamayacağı.

  Öyküyse, romanın tam tersi bir maden, o zaten yeraltından çıkarılıp işlenmiş, bizim önümüze çok değerli pırıl pırıl bir mücevher halinde gelmiş oluyor. Tıpkı şiirde görüldüğünce. Şiirde nasıl ki bir dizeyi, imgeyi kaldıramaz, şiirden bir tüy kaldırıp bir tüy bile ekleyemezseniz öykü de önünüze âdeta bir tür şiir halinde gelir. O zaman siz, onu kendinizin kılıp sahiplenmeye çalışırsınız, bunu başarabilmek için mücevher ustası olmanız zorunlu. O taşın değeri, ancak işin ustaları yani anlayanlarca verilebilir. Bu, öyküde gurmeliğin neredeyse zorunlu olarak önümüze çıkacağını gösteriyor. “Gurmelik” burada, bu nadide taşa değer yükleyebilme ustalığı anlamında alınmalı, o taş, mücevher niteliğine ancak sizin yüklemenizle ulaşacaktır çünkü. O taş, öykü, ille giyindirilecektir.

Roman böyle bir yükleme getirmez, beğenmezseniz veya yorulur da canınız istemezse madenden vazgeçerek kazınızı yarıda bırakıp cevhere ulaşmadan günlük yaşamınıza dönersiniz. Soyunduramadan, o asıl ulaşılması gereken cevherle buluşamadan terk edersiniz maden ocağını. Tıpkı bunun gibi öyküde de önünüzdeki değerli taşı kavrayıp anlayamazsanız eğer, öyküyü de çözemez, “acemi” bir gurme olarak kalırsınız hep.

Anlatısal açıdan hak ettikleri değerle kurulmuşsa, roman soyundurularak öykü giyindirilerek derinleşecek böylelikle cevherlerine ulaşılacaktır o zaman.