SAYFA YAZISI; ŞAPKADAN TORNAYA YAZAR TİCARETİ…

ŞAPKADAN TORNAYA YAZAR TİCARETİ…

M.Sadık Aslankara
(18.09.2025 YAZISIDIR)

Devir, o devir değil, “zamanın ruhu” yine kapımızı çalıyor. Charles Chaplin’in Modern Zamanlar’ındayız artık, kuşkunuz olmasın. Bu gidişle yapay zekânın doğal zekâ robotlarına dönüşeceğiz giderek.

Öyle ya, bakın şöyle edebiyat dünyasına, şapkadan tavşan mı çıkarıyorlar yazar mı? Tornada ürettikleri mamul mü yazar mı?

Nereye varacak bu işin sonu?

“Modern zamanlar” diyorum ya, siz daha daha da genişletebilirsiniz bunu;  “postmodern zamanlar”, “ahir zamanlar”, affedersiniz “yoktan zamanlar” vb. Sözün kısası at iziyle it izinin birbirine girdiği, sapla samanın karıştırıldığı bir dönemden geçiyoruz; ticarette sıra yazara geldi.

Artık teknik açıdan çok çok ama çokçokçok üstünlükler yaşandığı bir evrede, ne ki ürkütücü, irkiltici bir gotik ortaçağdayız. Savaş var, şiddet, taciz, işkence var, açlık, yokluk zaten haydi haydi, toplumsal cinsiyet ayrımı, ötekileştirme neymiş, engizisyon bile var. Kısaca yok yok.

Bunlar böyle topluca düşünüldüğünde şapkadan tavşan yerine yazar çıkarmak, atölyelerde hammadde olarak kişiyi arkasından itip tornadan geçirerek kapıda mamul yazar haline dönüştürmek artık kolayın da kolayı bir iş.

Haftalardır bu konulara değinen, bu sorunsalı odağına alan yazılar kaleme almam boşuna değil. “Haftalardır” dememe bakmayın, aylardır, hatta yıllardır demeliydim. Üstelik yalnız sitemizde değil, farklı yayın organlarında da sıklıkla değiniyorum bunlara.

Yalnız ben mi, pek çok yazar da konuya eğilip farklı açılardan sorunsala dönüşmüş olguya bakıyor. Bu çerçevede iki yazardan alıntılar aktaracağım.

İlki Mine G.Kırıkkanat’ın “Hayaller dolgun fon, gerçekler yırtık don” başlığıyla kaleme aldığı yazı. “Gerçekten anlayamıyorum, anlayamadığım için de empati kuramıyorum,” deyip aktardığı olayı, kendi tümceleriyle özetleyeyim:

“Sosyal medya platformu X’te beni çok güldüren bir dolandırıcılık öyküsüne denk geldim. …onlarca yazar; tam da onları silkelemek için kurulan bir yayımcılık tezgâhında tufaya gelmişlerdi.” “…şikâyetçi olanların ifadelerinde yok, yok. Gizli kayıt, şantaj, adı kötüye çıkarma, susturmak için tehdit iddiaları var.” 

“Yayınevinin hedefi AB fonundan hibe almak.” “Projeye ağzının suyu akan tüm foncu yazarlar, birkaçı (belki) masum sazan ve (yayıncıya) şimdi taciz suçlamasında falan bulunan bazı kadınlar…” “AB’nin hibe edeceği Avrocuklar projesinde ve Dünya Bankası’na bağlı IFC’nin kültür sanat hibe projesi adı altında 3 milyon US Doları ödeme yapacağı hayali altında toplanıyorlar! / Kimi hava alıyor, kimi aldığı havanın üstüne para kaptırıyor… / Özellikle şimdi (yayıncıya) ‘Taciz etti’ iddiasında bulunan kadınlar. Bunlardan biri, hem kendisinin 2 milyon TL dolaylarında dolandırıldığını ifşa ediyor bugünlerde hem de bazı yazarların dolgun fon yerine yırtık don buldukları tezgâhı!”

“(Yayınevinin) rahlesinden geçen epeyce yazar var. Acaba nasıl güvendiler, hangi sözlere kandılar da böyle kolay, portatif dekor oldular? / ‘Siz çok derin bir yazarsınız’, ‘O ne roman öyle, bu ne şiir böyle’ mi dendi bunlara… Fondan paralar gelecek, telifler kat kat ödenecek, afiyetle yenecek mi sandılar?” (Cumhuriyet, 07.09, 2025)

Ellerinde dosya/dosyalar, yayınevi yayınevi dolaşan yazarlardan değil Mine. Nitekim, “empati kuramıyorum,” diyor zaten yazısında. Ne ki yayıncı bulmakta zorlanan yazarların böyle “tufaya” düşmeleri olağan bu nedenle bana göre. Yazınsal anlamda bu yazarların tümünü “vasat” diyerek ötekileştirmek de asla doğru değil! Dosya ya da kitapların katılabildiği kimi yarışmalardaki seçici kurul üyeliğinin bana sağladığı geniş yelpazeye yayılan okuma deneyimi bu türde toptancı bir görüşün asla doğru olmadığını, olamayacağını söylüyor. Bunun altını özellikle çizmek isterim.

Öteki yazı Zeynep Eşin’in “Piyasalaşan edebiyat tükeniyor! Ticarethaneleşmenin zirvesi: Basım paketleri” başlıklı yazısı. Zeynep, Mine’nin dıştan saptamalara göre baktığı olguya daha içerden bir yaklaşım sergiliyor. Bir iki alıntı aktarayım ki yaşananların ne boyuta vardığını görerek hep birlikte kara kara düşünelim:

“Türkiye’de yayıncılık dünyası, edebiyatın toplumsal belleği taşıyan bir alan olmaktan ziyade, giderek daha çok bir ticarethane mantığına sıkışmış durumda.” “…[Ö]zellikle son otuz yılda, edebi nitelikten çok hızlı tüketimi ve gündemde kalmayı önceleyen bir çarkın içine girmiş durumda. Kitap, artık bir düşünce üretimi olmaktan çok, ‘satılabilir bir meta’ haline getiriliyor.” “Üstelik editörlük ve redaksiyon süreçlerinin giderek yüzeyselleştiğini, kitabın içeriğinin değil, satış hızının önemsendiğini görmek mümkün.” “Türkiye’de yayınevlerinin çoğu, kültürel sorumluluğu ikinci plana itmiş, ticari kaygıları merkeze yerleştirmiş durumda.” “Bu da edebiyatı, farklı seslerin çoğalacağı zengin bir alan olmaktan çıkarıp, tek tipleşmiş bir pazar yerine çeviriyor.”

“Bugün Türkiye’de yayın dünyasının en acı gerçeklerinden biri de yayınevlerinin giderek birer ‘baskı hizmet şirketi’ne dönüşmüş olmasıdır. Pek çok yayınevi, edebiyatı keşfetmek, yazarı geliştirmek, metnin niteliğini yükseltmek yerine ‘basım paketi’ adı altında yazar adaylarından milyonlara varan ücretler talep ediyor.” “Bugün, bazı yayınevleri, ‘basım paketi’ adı altında yazarlardan 450 bin ile 1 milyon arasında ücret talep ediyor.” (www,aydinlik.com.tr, 31.08.2025)

Bu örnekler göz önüne alınıp da olguya dönük bir araştırmaya kalktığım çıkarsaması yapılabilir. Bunlar öylesine aktardığım metinler. Artık bu konu, gözlediğimce başka kalemlerin de oldukça ilgisini çekmeye başladı.

Kendi payıma ben yazınımızda dönüşüm, yazarla okurda değişim, yapay zekânın yazına baskısı, kitap nesnesinin encamı vb. olgular üzerinde yoğunlaşıp konuyu deşerek düşünce uçkunları üretmeye çabalıyorum,sürdüreceğim de tabii.