SAYFA YAZISI; YAZAR DEDİĞİN HEP KULUÇKADA…

YAZAR DEDİĞİN HEP KULUÇKADA…

M.Sadık Aslankara
(02.10.2025 YAZISIDIR)

“Kuluçkaya yatmak”la “istihareye yatmak” arasında bir büyük hayat farkı var hiç kuşkusuz, bunu biliyoruz değil mi? Yine de değişmeceli anlamlarıyla bunları yazarla bağlantılı seslendirip bu tür bir söyleyişi onlar için de kullanmak pekâlâ olanaklı. Bu durumda yazarın kuluçkaya yatması ya da istihareye yatması biçiminde bir edimden söz edilebilir.

Ancak kuluçka eyleminin kavramsal açıdan zincirleme bir süreci dile getireceğini, oysa istiharenin tek bir olguya dönük niyet/dilek-sonuç beklentisi doğrultusunda yaşanacağını unutmamak gerekiyor.

Bu saptama bizi yazarın, gerçekte bütün yaşamını kuluçkada geçirdiği, kuluçkadan asla çıkamayacağı, sonuçta hep kuluçkaya yatmış bir hayat süreceği, böyle bir durumda her yapıtı için, bunlarla ilgili, örneğin dosyasını tamamlama, kitabını yayımlama gibisinden beklentilerine dönük istihareye yatabileceği gibi bir gerçekliğin önüne çıkarıyor.

“Yazar dediğimiz hep kuluçkada,” dememin altında yatan neden bu. Doğada kuluçkaya yatan türler, günlük beslenmeleri için nasıl yerlerinden kalkıyorlarsa yazarlar da bu doğrultuda kuluçkadan kalkabilir, diyenler çıkacaktır. Hayır, kurmaca yazarını, işleri “yazıcılık” olarak görünen öteki yazar gruplarından ayıran temelin, onların hiçbir zaman kuluçkadan kalkmayışı, kuluçkalarını koza yapıp süreğen biçimde bu durumda kalmayı yeğleyişi gerçeğine yaslandığı öngörülebilir. Buna biz “gönüllü bukağılık” diyoruz işte.

Ağustos başında, “Kim Bu Yazarlar?” başlığıyla girdiğim sorunsalı kendi dolantıları içinde sürdürüyorum hâlâ. Yayın Yönetmenimiz Rukiye Karakaş, bu yazılarımı bir tür tefrika bağlamında alıyor, haklıdır. Bu bağlam altında kaleme getirdiğim yazıların tefrika havası yaydığının ayırdındayım gerçekten. Ama konu, yazar, yazarlık, kurmaca, yaratıcılık, yayın vb. alanlarına yayıldığında bunun tefrika benzeri bir açılım dizisine dönüşmemesi neredeyse olanaksız.

Bunun sonucunda gele gide bu konular arasında dönüp durmaktan alamıyorum kendimi.

Yıllardır öykü, roman ilk kitaplara açtığım yer bilinmiyor olamaz. “Çaput (ya da çapıt) gibi” denir ya, ağaçta dalları çırpılıp silkelenmiş dut misali öylesine çok yağıp iniyor ki bunlar birer ilk kitap tipisi halinde insanın önüne, şaşmamak elde değil, giderek yığınlaşıyor da. Bunları elimden gelen çabayla, gücümü, zamanımı zorlayıp okudum, okuyorum, üzerlerine yazdım, yazıyorum, amacım yazındaki bu ilk adımlarında, yazarlarına birer ayna tutabilmek.

Bunlar “kuluçka yazarı” mıydı dersiniz, “kuluçka yazarı” mı peki?

Tefrikaya dönüşmüş halde işlemeye çalıştığım konunun düğümlendiği yer tam da burada işte. Şu soru, ele almaya çalıştığım sorunu da ortaya çıkarıp somutluyor çünkü aynı zamanda:

İlk kitabından sonra, bunu kaleme getiren yazar ne yapıyor? Evet, nerede bu ilk kitapların yazarları? Bu konuda yapılmış araştırmalar var mı?

Her yazarın ilk kitabında ille de boncuk bulacak değiliz. Ne var ki yazar, bana göre, yayımladığı ilk kitapla ne oranda ilgi görüyorsa, yazarlığa dönük çabasını da ancak bu oranda geliştirip ileriye taşıyor sanki, ne kadar para o kadar köfte dercesine.

Çok dolaşan arabesk bir söyleyiş vardır, bilirsiniz; marifet iltifata tâbidir, iltifat görmeyen marifet zayidir.

Bu deyiş, öykü-roman ilk kitaplarını yayımlamanın ardından beklentiyle, umuntuyla gözlerini, hayalini kurdukları ilgiye, “iltifat”a dikmiş, bu doğrultuda âdeta ciğercinin kedisi kesilmiş yazarlar için geçerli. Hayatta, bir yazarın da kuluçkaya yatabileceğini, ötesinde hep kuluçkada kalabileceğini düşünmek şöyle dursun, bunu hiçbir zaman akıllarından geçirmeyen yazar da sürüyle.

İlk kitabıyla umuntusu, beklentisi neyse bunun karşılanmadığını görüp düş kırıklığı yaşayan yazarları bu gruba alabiliriz. Neden? Çünkü öyle anlaşılıyor ki, bu insanlar, yazarlığın, bir tür “gönüllü bukağılık” olduğunu göremeyecek denli işin uzağında duruyorlar.

Bunu salt kurmaca yazarlarıyla sınırlamak doğru değil, bütün sanatlara yaymak olanaklı bu olguyu.

Çünkü sanata girmek, bir sanatın adamı, onun yol eri olmak, yalvaçlık benzeri ermişlik, geri dönüşsüz bir edim bağlamında alınabilir. Ötekiler, sanata girmemiş ancak “gir-miş” gibi yapanlardır olsa olsa. Demek ki ya bilmiyorlar bu gerçeği ya da bu yola girdiklerini sanıp kendilerini kandırıyorlar.

Bakın, ilk kitap yayını, bizi nerelere getirdi?

Öykü roman ilk kitapları sonrası alandan çekildiği izlenimi veren öyle çok yazar var ki, kalkıp şuraya adlarını yazmaya kalksam, bunları sıralamak sayfa yazısının boyunu aşar doğrusu.

Oysa bunlar asında yetenekleri, yazma hünerleri, dildeki zenginlikleri, biçimde biçemde kurguda cinlikleriyle bu anlamda geleceğin dikkat çekici kalemlerinden olabileceği gözüyle bakılabilecek adlar da vardı.

Ama öyle büyük eksiklikleri var ki, bunu aşamıyorlar işte. Nedir o?

Sebat, kararlılık, liyakat…

Bunlar bizi nereye taşıyor, hangi gerçeklikle buluşturuyor?

Bir yazarın, ancak inzivaya çekilmiş, kendini yazı masasına kilitlemiş yani hep kuluçka sürecinde yaratısına, üretimine dönük bir yaşam sürdürmesi gerektiği gerçeğiyle yüz yüze getiriyor.

Bir yazar, bunları özümsemedikçe, kozasına girip yaratısına yönelmedikçe her an istim halinde düzen tutmaya girişmedikçe nice başarılı, göz kamaştırıcı, herkesin büyük beğeniyle karşıladığı bir ilk kitapla alana katılsa da, sonuçta bu başarının külleneceğini, asıl somut, gerçek başarıya, bütün yazarlık yaşamına bunların yayılmasıyla ulaşacağını, daha yola çıkarken bilmek zorunda.

“Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi,” der Pir Sultan Abdal.

Rıza lokmasını yiyebilmenin yolu, hep kuluçkada olmaktan geçiyor işte.