SAYFA YAZISI; YAZARLIĞIM ÜZERİNE NOTLAR-3…

YAZARLIĞIM ÜZERİNE NOTLAR-3…

Metnin Baş Belası; Yayımlansın mı Yayımlanmasın mı?

M.Sadık Aslankara
(06.02.2025 YAZISIDIR)

İsterse yazmaya yeni başlamış biri olsun isterse yılların deneyimli yazarı, kimse kim, hiçbir yazar, kaleme aldığı metni, bitirdiği an yayımlamaya kalkmaz kuşkusuz, doğal olarak düşündüğümüzde.

Ancak buna karşın tam tersi farklı bir yayım eğilimi de karşımıza çıkabilir pekâlâ. Yadırganacak durum değil. Kendi payıma öykü, roman, oyun, deneme-eleştiri türündeki verimlerimde metinle aramı soğutmadan ondan uzaklaşmadan, ona yabancılaşıp sorgulayıcı güce ulaşmadan metni “yayımlamıyorum” hemen.

“Yayımlamıyorum,” dedim, bunun gereği yönünde nice denetimden sonra yayımladıysam, sonradan metni okuduğumda, bu mutlu ediyor mu peki beni, bir doyum getiriyor mu? İşte zurnanın zırt dediği yer de burası. Çünkü iki eylemle karşı karşıya yazar: 1.Yazmak, 2.Yayımlamak. Bunlar iki farklı olguya çıkıyor.

Bir yapıtın estetik değeriyle okur ilgisinin ölçü yapıldığı değer çiftinde gözlenen ters ilişkiye benzer alışveriş sergiliyor çünkü bu ikili. Burada değerli olan yazmak, yazılmış metnin kendisi, yayımlama eylemiyse metin için bir ilinek salt; yazılmış metin yayımlansa da olur yayımlanmasa da, çünkü metin yazılmış olmak nedeniyle bir değere sahiptir, yayımlandığı için değil. İlkönce metne, kendi değerini teslim edelim hele, sonra yayım olayına göz atabiliriz.

Yayımlama eyleminin önemini de yadsıyor değilim Öyle metinler vardır ki, yazılır yazılmaz yayımlanır, ânında büyük bir etkilenime yol açar. İhtilal metinleri, manifestolar, bildiriler, bu yönde açıklamalar vb. anılabilir. Ancak yazınsal metnin bunlarla ilişiği yoktur. Kimileri şiiri görece böyle bir ilişkileniş içine katma girişimi gösterebilir ama gerçekçi olmaz bu.

Yazınsal yapıt, yazarından bağımsızlaştıkça değer kazanıp nitelikçe yükselir. Ama günü birlik kaleme alınıveren yazıların, kimilerince sonraki yıllarda kitaplaştırıldığına tanıklık yapmışsınızdır kuşkusuz. Bunlar, tiyatroda sıklıkla dillendirilen buza yazılmış yazıdır, o kadar. Ama kalıcılık gösteren deneme-eleştiri yazıları öyle mi? Aynı şekilde klasiklerde bunların zamana nasıl dayandığı düşünülünce, yanıt kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu?

Böyle yazıyor olsam da ben bunların gereğini yerine getirebiliyor muyum peki? Peki, ben değil miyim, yayımlanışı ardından güncel yazılarım bir yana, öykü-romanlarım için bile köpürüp kendisine kızan, metinde beğenmediği, canını sıkan yanlar gördüğü için saç baş yolan?

Ama buna karşın bir yazar, keleme getirdiği metni yayımlamalı, derim yine de. Nasıl mı? O halde yıllar önce Memet Fuat’ın bir denemesinde söylediklerini paylaşmanın sırasıdır:

“Çok az yazım çıkmıştır ‘Yeni Dergi’de… Yayımlanan yazıların iyi yazılar olması yetiyordu bana. Yıllarca hep böyle çalıştım: Kendimden çok başkalarını gözeterek…” “Kimin olursa olsun, iyi bir yazı, iyi bir kitap yayımladığım zaman kendi yazımı, ya da kendi kitabımı yayımlamış gibi mutlu olurum.” “Bu oldukça garip bir tutum. Övünerek söylemiyorum bunları, övünülecek bir şey değil. Yazma gücünüz varsa bunu engellememelisiniz. Yazmak, yayımlamak gerekir. Ama ben kendimi hep engelledim. Bilmeden diyemem, bilerek… Sanırım, insanların korkunç bencilliğine karşı benim ahlakımda denetleyemediğim yeğin bir tepki var. Özgecilikte çok ileri gitmem bu yüzden olabilir. Kendimle ilgilenmekten elimden geldiğince kaçtım, böylece de yazarlığımı gölgelemiş oldum.” (Özgünlük Avı, YKY, 1996, s.269)

Memet Fuat üstadın yukarıdaki sözlerinden bir tümceyi seçip bunu Uykusu Sakız’ın (2001) alnına çatmaktan alamamıştım kendimi o yıllarda.

Bende de Memet Fuat ahlaksallığı bulaşığı bir şeyler olsa gerek, başka yazarların yapıtlarına da kendi kalemimden çıkmışçasına sevgiyle yaklaşıp sahipleniyorum bunları.

Kimileyin yazar arkadaşlarımın, sözgelimi Necati Tosuner’in, geçmişte Burhan Günel’in beni sıklıkla uyardığını anımsarım, Biraz da kendi öykülerine, romanlarına zaman ayır, diyerek.

Nitekim “Kitaplar Adası”nda on beş yıl önce yer alan kendime yazdığım mektup, yazarlığımda bana çengel takan bu tür özverilerin beni nasıl dağıttığını ortaya koyuyor. O satırlarımı aktararak bu sorunu bir kez daha somutlayayım:

“Sevgili Dostum,

Bu mektubu sana yeni yılın ilk sabahında yazıyorum.

Yine kör karanlıkta kalkıp işinin başına geçtin.

Ayda on, on beş kadar kitap okuyorsun, ortalama yedi, sekiz de yazı üretiyorsun. Başkalarının kitaplarını okuyup bunlar üzerine yazmanı, çeşitli çağrılara uyup etkinliklere katılmanı, kapını çalan her genç, önüne getirilen her iş için bir şeyler yapmaya çabalamanı elbette anlayışla karşılıyorum.

Ama dostum, başkaları belki bilmiyor, ama sen de öykü, roman, oyun yazan biri değil misin? Senin de öykü, roman, oyun dosyaların yok mu? Bunlara zaman ayırmazsan sen nasıl sen olacaksın?

Oysa sen, hiç ‘Hayır!’ diyemiyorsun, hiçbir öneriyi geri çeviremiyorsun! O zaman kendi işlerinin altından nasıl kalkacaksın?

Şimdi senden, önümüzdeki birkaç aylık süreyi kendine ayırmanı rica ediyorum. Buna hakkın olduğuna sen de içtenlikle inanıyorsundur. Bu süreyi kendi dosyaların için kullan lütfen!

Gelecek telefonlara bu mektubumu oku, çağrılara bunun bir kopyasını gönder. Belli, yüzün tutmuyor senin.

Yoksa bu gidişle kendini tüketir, bunu gördüğün için de ölürsün sen!

Hadi iyi çalışmalar sevgili dostum.”

Bu yazının ardına ekleyeceğim sözler olacaktı, bunlara iki hafta sonra yer açabileceğim ancak. Çünkü haftaya sitemizin dokuzuncu yaşı için yazacağım…