YAZARLIĞIM ÜZERİNE NOTLAR-5…
Düzyazıyla Boğuşmak mı Boğulmak mı?
M.Sadık Aslankara
(27.02.2025 YAZISIDIR)
Binlerce yazı… Kaç bin? Sayısını tam olarak bilmiyorum.
Bana öyle geliyor ki, bugüne dek yayımlanmışı, yayımlanmamışı üç bin dolayındadır herhalde kaleme getirdiğim düzyazı toplamı.
Baksanıza, sitemizde yer alan Sayfa Yazıları bile dört yüz olmuş, varın siz şu son otuz beş yıl boyunca yazıp yayımladıklarımın hesabını yapın, e, buna 1989 öncesinde yayımladıklarımı, kıyıda köşede yayımlanmadan kalmışları da ekleyin, o zaman yazılarımın tahmini sayısı gerçekçi bir zemine oturuyor demektir bu durumda.
“Düzyazı” deyip geçiyorum. Neden peki? Yazarların bir bölümü, hiç mi hiç kondurulamayacak yazılarını bile “deneme” diye anabiliyor, böyle niteleyip geçebiliyor. Oysa gerek “deneme” gerekse “eleştiri”, yazınsal türlerin alabildiğine soylu örnekleri. Kolay mı eleştiri yazmak, deneme üretmek?
Bu yüzden ben, yazıma öyle kolayına ne deneme ne de eleştiri nitelemesini yapıştırıveririm kendi payıma. Hak eden yazı zaten deneme, eleştiri neyse artık, hak ettiği rütbeye ulaşır bir çabuk, bunu yakıştırır hemen kendisine, doğrusu da herhalde bu olsa gerek.
Nitekim yazılarım içinde bunları hak edenler de yer alıyor kuşkusuz, sayıları da azımsanmayacak düzeydedir herhalde. Ancak bu yazılarımdan hangilerinin deneme hangilerinin eleştiri olduğunu belirlemede doğru tutumun belirlenişi önemli. Yazıların tek tek okunması, türsel nitelemenin bunlar elden geçirildikten sonra yapılması mıdır doğru tutum, bilmiyorum.
Bunu söylerken, arkadan gelecek bir soru var tabii: Bu çerçevede, ilkin yazıların okunması gerekmiyor mu?
İşte zurnanın zırt dediği yer.
Üç bin yazı, on iki puntodan bir ortalama olarak üç-dört sayfa edeceğine göre bu hesapla söz konusu yazılar toplamı, A4 boyutunda on bin kâğıt yığını halinde çıkacak demektir ortaya. Dijital de olsa nesnel boyutu bu olgunun. Beş yüzerli paketler halinde yirmisinin ancak bu sayıya ulaşacağını düşünürsek neredeyse bir metreye varan bir kâğıt kulesi okunacak demektir.
Vay vay vay, en azından elli kitap anlamına geliyor bu. Ne kadar sürede okurum bu yazıları ben? Başkalarınca kaleme alınmış yazılar olsaydı kolaydı, ama metinlerimdeki olası yazım düzeltileri bir yana kimi yerlerinde değişiklik gereği de duyarım okurken, nasıl kalkacağım o zaman bu okumaların altından?
Şimdi düzyazı kitabım için son bölüme geldim, hazırlığımı sürdürüyorum, ne ki yazılarımdan seçmelerle bütünlenen bir kitap olmayacak bu. Bunlardan da yararlandım elbette ama olduğu gibi kitaba almış değilim hiçbirini.
Düzyazı ilk kitabımın heyecanını yaşıyorum şu sıralar.
Başlangıcından günümüze bir bütün halinde öykücülüğümüzü işliyorum dosyada. Başta salt cumhuriyetimizin yüzyılına yayılmış halde almıştım dosyayı ama sonradan konuya en baştan girmek gerektiğini düşündüm, herhalde bu yaklaşım daha uygun düşecekti.
Gördünüz mü; sözünü ettiğim dosya, zaten düzyazılarım toplamı dışında.
Ama düzyazılarım toplamında özel olarak farklı başlıklarda geliştirdiğim pek çok konu bulunduğunu, bunların kimilerini parça parça yazılarımda ele alarak işlediğimi söylemeliyim. Ancak bitmiş değil hiçbiri.
Roman, öykü türlerinde sanatsal yaklaşımlar, kuşak etkimeleri, farklı yazarlara yoğunlaştığım taslaklar, ayrıca tiyatro, belgesel, neler neler; bütün bunlar daha şimdiden başlı başına özgün başlıklar halinde kitap dosyası konumu taşıyor. Bu düzyazılarım tarandığında çeşitli başlıklar alında buluşabilecek daha pek çok yazı çıkacaktır kuşkusuz. Özellikle roman, öykü, tiyatro ana başlıkları altında dallanıp çatallanacak ara başlıklara göre öyle çok dosya çıkabilir ki ben de şaşakalırım. Elbet başka yaklaşımlar sonucu yelpazenin genişlemesi de olası.
Ancak düzyazılarımdan derlenmiş kitap düşünüyor değilim.
Yukarıda denemeden, eleştiriden söz ettik ya, gönlümden geçen, bu üç bin yazı içinden “deneme”, “eleştiri” diyerek niteleyebileceğim on-on beş yazı seçip salt iki kitapla sınırlamak yayımlanmış düzyazılarımdan oluşacak dosyalarımı.
Şu satırlarım bir düşten ibaret, ötesi yok.
Benim on bin kâğıttan oluşan bu tepeyi okumaya zamanım yetecek mi ya da hayatım elverecek mi buna, hadi açık bırakayım ucunu sorunun, böyle kalsın.
Üstelik yazmayı sürdürüyorum okumayı sürdürdüğüm gibi, yayımladığım yazı sayısı da yükseliyor böylece gün gün.
“Bir yer var biliyorum” der ya Cahit Sıtkı, ben de düşünüyorum bunu.
Bir yer var, evet.
Bu düzyazılara son noktayı koyup veda etmek.
Okurum yine, ölene dek okumaktan vazgeçemem, gözlerimin beni yolda bıraktığı andan başlayıp bir başucu okuyucusu bulabilirim diye umuyorum.
Böylelikle yazmaya son, okumaya devam, derim, ama bu da düşten ibaret şimdilik, bakalım devran ne gösterir bunu zaman belirleyecek kuşkusuz..
Şu kadarını söylemeden geçmeyeyim yine de. Neyi özlüyorum, bunu da fısıldamış olayım; okumayı, hep okumayı.
Kendime kalıcı ya da geçici düzen kurduğum yaşama ortamlarında ilkin bir okuma köşesi belirlemeye çalışıyorum kendime. Şöyle rahatça oturup yanımda taşıdığım kitapları kucağıma çekip, kalem kutumu da açıp hep okumak, yalnızca okumak, yazı kaygısı duymadan, hiç yazmayacakmış, hiç ölmeyecekmiş gibi okumak, salt okumak…
Önüne geçemediğim, düş benzeri sürekli görüntüsünü canlandırdığım yaşama dilimi oyunu. Hiç kalkmadan okuma köşemden, kapıdan da çıkmadan, odadan, evden, öylece sonsuzca okumak…
Okurken öyle, öylece donmak…