YAZDIĞINIZ ÖYKÜ MÜ ‘TERAPİ’ ÖYKÜSÜ MÜ?
M.Sadık Aslankara
(10.10.2024 YAZISIDIR)
- Bölüm / 2020
Herkesin gözü önünde yaşanıyor olanlar, herkes görüyor. Neyi görüyor?
Yağmur halinde, hatta sağana dönüşmüş halde yayımlanıyor öykü kitapları. Belki de öykü yayıncılığı tarihinde ilk kez şiir yayınlarını da geçmiş olabilir, şiir hep başı çeker ya, bu yüzden söylüyorum.
Yüzlerce değil, binlerce öykü, hem de bir yıl içinde. Bu üretim bolluğu karşısında ürkmemek elde mi?
O sorunun da tam sırası; bu kadar öykü yazılıyor, bunca öykü kitabı yayımlanıyor da bu çoklukta rağbet görüp okunuyor mu peki? Bunu yazı konusu yapmıştım bir Sayfa Yazısı’nda.
Yazanlar ne ölçüde ısrarcı oluyor, bu da önemli. Öyle ya, ilk öykü kitapları sonrasında hem de kısa süre içinde ikinci öykü kitabını yayımladığını da görüyoruz yeni yazarların.
Ya sonrası? İşte burası, bazen bir giz perdesi ardında kalıyor. Büyük bir coşkuyla öykücülüğümüzde ilk kitabını yayımlayan birinin, sonraki yıllarda izine rastlanamıyor sözgelimi. İlk bir-iki kitap sonrası sanki ölmüş, yaşam parantezini kapatmışçasına imi timi kalmıyor ortada.
İşte o zaman düşünmeden edemiyorsunuz. Kısa süre önce ilk kitabını büyük parıltılar saçarak yayımlayan yazarın, bu yanışlı hali söndükten sonra ortalıkta görünmezleşmesine bir anlam veremiyorsunuz doğal olarak. Aranıp da bulamayınca bu kez o soru durmadan içinizde yankılanıp dönüyor:
Bu yazar niye öykü kitabı yayımladı, nasıl bir zorunluk duydu da öykücülüğümüzün kapısından içeri girdi? İnsan bu soruyu düşünmeden edemiyor. Edemiyor, çünkü kimilerinde demek ki öykü bir zorunluluk bağlamında doğmuyor, öyküyü bir terapi gereci olarak düşünüyor besbelli.
1990 ortalarında başladığı düşünülen bir “öykü patlaması” olayı var ya, belki de bunu en doğru yaklaşımla aslında harf devrimine koşut yurdu kıyı köşe kaplayan öykü okuryazarlığının yaygınlaşmasıyla başlatmak gerekir.
O zaman yaklaşık yüzyıldır bir öykü patlamasının içinden geçiyoruz demektir ki, bu öne sürüşü akla aykırı saymamak gerekir asla. Gerçekten 1928 sonrası gerek 1930-40’lar öykücülüğü, hemen ardı sıra gelen 1950 Kuşağı öykücüleri düşünüldüğünde, ardı sıra sökün eden 1970’ler yükselişi, 80’lerde yaşanan onca baskıya karşın öykünün bir an bile susmayışı, derken 90’lar, hadi yeni bir yükseliş daha. Ama zorunlulukla doğan öyküyü terapiden ayırmalı yine.
Demem o ki, akla hiç aykırı sayılmaz, öykü patlamasının yüzyıl önce başlayıp bir öykü yanardağı halinde sürüyor olduğu yaklaşımı.
Yüzyıl önce başladığı kabul edilerek alınırsa eğer, olgunun üzerine toplumsal, ekonomik, sınıfsal, kültürel yaşam, bu arada gerçekleşen demokratikleşme, sanayileşme, bilimsel, teknolojik vb. gelişmeler, etnolojik, demografik değişimler de yüklenir de bunlar farklı etkenlerle birlikte yoğrulursa 1990’lardaki patlama, nüfusa oranla pekâlâ olağan da sayılabilir o zaman.
Anlatmaya düşkün toplum olduğumuz ortada, hikâye meraklısı, hatta hikâye delisi bir toplumuz biz. Yoksa yüzyıl boyunca hiç eksilmeyen bir heyecanla öykü peşinde, hikâye meraklısı olur muyduk dersiniz?
Hoş, bu yaklaşımı her insanoğlu için öngörmek de gerekir, çünkü insan dediğin hayata, kendi uydurmaları, yalanlarıyla tutunuyor, bu yüzden bunu salt kendimize özgü sayarak abartmaya girişmeyelim.
Ama bizde canlılığın sürdüğü bir gerçek, gelişmiş sanayi ülkelerindeki toplumların, bu anlatılara, yani hikâyenin kurmaca yalanlarına bizim kadar düşkün olmadığı da bir gerçek.
Gelin şimdi, 2020’deki öykü yayınına geçelim, her zaman olduğu gibi okuyup notladığım öykü kitaplarını anayım.
1980’lerden, 90’lardan taşıdığı şiirin, öykünün gücüyle alanda verimini sürdüren Ali F. Bilir Denize Varınca, Mehmet Zaman Saçlıoğlu Bir Gün adlı yapıtlarıyla kendini bir kez daha gösterip alanda varlık gösterdiler. Bu yıllardan gelen, öykünün vefalı tutkunlarından Cafer Hergünsel Yıldız Sineması Destanı adlı yapıtıyla değil kopmak öyküden vazgeçmediğini bir kez daha ortaya koydu.
2000’lerin güçlü kalemlerinden, arka arkaya sıraladığı öykü kitaplarından sonra Ayşegül Devecioğlu Arkası Mutlaka Gelir adlı üçüncü yapıtıyla alanda bir kez daha kendini gösterdi.
2000’ler öykücülerinden Hande Baba Günübirlik, Sevtap Ayyıldız Ne Mutlu Apartmanı, Şafak Baba Pala Sana da Güle Güle Nezahat, B.Nihan Eren Hayal Otel, Müslüm Kabadayı Yeniden Hayal Kurabilmek, Mehmet Fırat Pürselim Sakarmeke, Sinan Sülün Fazlalıklar adlı yapıtlarıyla daha önce kanıtladıkları varlıklarını, alanda bir kez daha anımsattılar.
Bir emekçi öykücü olarak Esat Yavuztürk Bulanık Suyun Balıkları adlı yapıtıyla öyküye gösterdiği özenli ilgi nedeniyle alanda saygıyla karşılandı.
İlk kitapları sonrasında yolculuklarını sürdüren Safiye Gölbaşı Seyircisiz, Cafer Özilhan Mavi Kanatlı Kuş, adlı yapıtlarıyla yeniden “merhaba” dediler.
Tabii ilk öykü kitapları yine, kendilerinden söz ettirmeyi ille başaran.
Mediha Ünver Kapısız Kilitler, Nilgün Çelik Gelenler, Esmahan Devran İnci Suyun Şarkısı, Başak Baysallı Fresko Apartmanı, Sema Bayar Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam, Nazlı Akçura Kesi Yeri, Öznur Yalgın Ağırküre, Müge Koçak Yankı, Can Binali Aydın Yalnızım İnsanla Geçmiyor, Ruhşen Doğan Nar Bir Gün Mutlaka Delireceğim, Emirhan Burak Aydın Her Kabilenin Bir Endişesi, Emre Nazım Mert Bitmesi Gerektiği Gibi, Baran Güzel Her Kötü Geceden Sonra adlı yapıtlarıyla alana büyük bir öykü enerjisi ekleyip bu sinerjiyi alabildiğine yukarı çıkardılar.
Stanistlavski demişti; “Kendini sanatta sev, sanatta kendini değil.”