SAYFA YAZISI: Zorlama Yazarlık…

M.Sadık Aslankara (18.05.17 yazısıdır.)

“Zorlama yazarlık olur mu?” diyebilirsiniz. “Neden olmasın?” derim ben de.

Peki nedir zorlama yazarlık? Doğal yönsemeye dayanmayan, içselleştirilmeden, buna dönük yaşamsal herhangi kaygı duyulmadan, yazarlığın ancak bir hayat verilerek ulaşılabilecek konum, aşama olduğu kavranmadan yapılan yazarlık, diye yanıt getiririm, “zorlama yazarlık” için.

Hamdi Koç, Yalnız Kaldınız, Peyami Bey! (Can, 2017) adlı romanında kendisinden dönüştürerek yapılandırdığı anlatıcı yazar karakteriyle tanıştırıyor okuru. Yazarımızın, kırkındaki kurgu kişisi anlatıcı yazar Hamdi Bey (ss.85, 234), evini, karısını terk ettiği dönemde Beyoğlu’nun izbe bir sokağında öldürülmek üzereyken yaşamöyküsünü yazmasını isteyen Peyami Safa’nın ruhu tarafından yönlendirilir. Ölümle yaşam arasında mücadele veren yazar, bu süre içinde bir yandan kendisini bu duruma düşürenlerin peşine takılır bir yandan da yazarlık üzerine ileri geri düşünce gevişleri getirerek sıçrayışlar eşliğinde yaşam ölüm, aşk yazın üzerine aforizmalar üretir âdeta…

Fantastik roman olarak Yalnız Kaldınız, Peyami Bey!, birkaç tümceyle böyle özetlenebilir sanıyorum. Hamdi Koç’un yapılandırdığı yazardan kalkıp bu karakterin, yazarlığın farklı evrelerine dönük düşünceleri eşliğinde “yazarlık zanaatı”na geçebiliriz şimdi…

Yer yer yakınma olarak alınabilecek satırlara göz atalım ilkin:

“Bütün gece oturur yazarsın, sabah artık gözlerin yanıyordur, gider yatarsın ama yine uyuyamazsın çünkü akıl bırakmaz…” (76); “Etki yaratmak yazının arzu edilen bir sonucudur. Yıkıcı, çıldırtıcı bir etki yaratmak ise yazının istisnai bir ödülüdür.” (112)

“Acaba başarıya susamış bir yazar olarak modernist romanlar yazmayı bırakıp elime tutuşturulan yeni malzemeye uyup belgesel, biyografik, tarihi bir şey mi yazmaya karar vereceğim?” “Yalnızlıktan ve tutkusuzluktan başka ne kalıyordu insanın eline? Devam etme mecburiyetinden başka ne? Kendini unutturmama, okurunu kaybetmeme, gazetecilerle iyi geçinme çabasından başka ne?” (113)

“Başarı hiç kimseye hazır gelmez, hele bir yazara asla. O romanın başına oturup yine katır gibi çalışacağım, seneler senesi.” (114); “Romanımı yazdım, oturdum satılsın okunsun iki kuruş para getirsin diye bekledim. Ve hep sustum.” “Hayata katkıda bulunabilecek bir sürü yazar vardır mutlaka ama ben onlardan biri değilim.” (125)

Yukarıda düşüncelerini aktardığım kurmaca yazar karakteri için, en azından bu satırlarla sınırlı kalmak üzere, yazınsal varoluş kaygısı içinde göründüğü öne sürülebilir mi? Bir yumurta çatlatmaktan, içselleştirilmiş tohumlamadan söz edilmiyor. Buna göre yazar için varoluşsal kavga değil o halde yazın… Ya ne?

Yazma ediminin, neredeyse zanaat boyutunda kaldığı bir yazar karakterini ele veriyor aktardığım satırlar. Elbette kahramanımızın başka düşünceleriyle bunları dile getiriş hakları saklı kalmak koşuluyla.

Peki burada biz, yukarıdaki alıntı verileriyle sınırlı olmak üzere, sanatın içselleştirildiği, yazının bir varoluş sorunsalı olarak görülmeye koyulduğunu gösteren algıya gidebiliyor muyuz yoksa yazma hünerine dönük âdeta devşirme bir genellemeyle mi karşılaşıyoruz?

Bu bağlamda roman karakteri kurmaca yazarımızın, var olan konumunu korumayı, ulaştığı her ne ise bunları elinde tutmayı, sahiplendiklerini sürdürmeyi hedeflediği, böylelikle salt zanaatçı yazar olmayla yetindiği öne sürülebilir pekâlâ. Bunu, tabii, yukarıdaki satırların ışığında söylüyoruz. Herhangi yazarın ağzından çıkacak, kaleminden dökülecek başka sözler kuşku yok ki bizi başka yerlere doğru savuracaktır, bundan daha doğal ne olabilir?

Bu tür yazarlık, bir “zorlama yazarlık” olarak nitelenebilir demek ki. Sanatı bir içe doğuş halinde yaşamadan, saltık yazma hüneriyle yetinme eylemi daha başka nasıl adlandırılabilir dersiniz?

Doğal ki her yazar, bu işin gerektirdiği zanaatı, sanatına katmak zorunda. Yaratıcı yazarlık, bu yönde bir zekâyı gereksinmekle birlikte zanaatta kıvraklık kazanacak elbette ilkönce. Buna göre herhangi yazar, yola çıkarken yaratıcı zekâsını hemen devreye sokamayabilir. Başlangıçta ille zorunluluk olarak da alınmamalı bu.

Çünkü yazar dediğimiz de, önce zanaatıyla başlar işe, ancak sonradan sonraya dökebilir yaratıcı yazarlığını ortaya.

“Zorlama yazarlık” derken, bunu, yaşam koşullarının sürüklediği yer olarak almak gerekiyor. Spor ya da sanat dallarında kimi fiziksel özelliklerin önem taşıyıp öne çıkması olgusuna benzer biçimde, yazma hünerine sahip birinden ille yaratıcı yazar çıkacağı öngörülmemeli kesinlikle.

Her yazar, dosya hazırlığıyla işe girişecektir kuşkusuz. Bu, yazarlığın zorlama değil, zorunlu evresidir yalnızca. Bir de yazarlığın, yalnızca yazma zanaatı olarak düşünüldüğü, kişinin kendisinde yazarlık vehmettiği durumlar var…

Oysa arkasından ittirilip kaktırılan hiç kimse, yaratıcı yazarlık hünerine kavuşamıyor. Derli toplu ifade etme yeteneği, iyi kötü derdini anlatabilme hüneri kazanmış olsa da…

Zorlama yazarlık, yazar olabileceğini sananlarda, daha doğrusu buna inanıldığında çıkıyor ortaya…

O halde, zorlama yazarlığın, yaratıcı yazarlık şöyle dursun, yazarlıktan bile sayılamayacağı gerçeğinin bilincinde olmak gerekiyor…

Yaratıcı yazarlık mı, ona gelmeye çok var daha…