Sibel Oral; ‘Ömürdeğer’ Söyleşisi

“Değerbilmezliğimiz sürüyor”
SİBEL ORAL

Siz uzun zamandır yazıyorsunuz. Sahi kaç yıl oldu?
İlk romanım 1989-90’da görücüye çıkmıştı, yirmi beş yıl önce: “Kör Memdali’nin Çınar Ağacı”. Yayımlamadım ama ödüllendirildiği için anmak zorundayım dosyayı. Bir yazar, yayımladıkları kadar yayımlamadıklarıyla da ağırlığını duyurabilmeli. Sonraki yıllarda yayımladığım beşinci romanım oldu Ömürdeğer. Ancak tabii ki yazarlığımın tarihi çok gerilere gidiyor.

İlk yazınızı ya da ilk öykünüzü hatırlıyor musunuz?
İmzalı ilk yazım yeniyetmeliğimde 20 Nisan 1965’te Cumhuriyet’te, ilk öyküm de bir ay sonra Denizli’de bir yerel gazetede yer aldı. Yazarlığımda ilk evre 65’ten 75’e dek uzandı. On yıl durmadan yazdım, epeyce de yayımladım. Ama 76’dan 1989’a dek on beş yıla yakın sürede cılız bir iki örnek dışında hemen hiç yazı yayımlamadım. Yazmaya yazdım elbette, yazmadan durulabilir mi? Kıyıda beklemeyi de başardım ama.

Ve sonra düzenli yazmaya başladınız…
1989’da sürekli yazmaya yine Cumhuriyet’te başladım. Yeri gelmişken yazar olarak doğumumdaki katkılarından ötürü Sami Karaören’e bir kez daha teşekkür edeyim. Böyle bir yazara el vermiş olmaktan ötürü pişmanlık duymamıştır umarım. Buna göre ilk yazım elli yıl geride kaldı. Yine de kendi payıma ilk on yılı bir deneyim, açılım evresi gibi almak eğilimindeyim. Kitaplarımın yayımlanmaya başladığı tarihle de çakışan ikinci evreyi, yani 89’u dikkate aldığımda yazarlık geçmişim yirmi beş yıl görünüyor. Kararı okur, alımlayıcı verecek; yazarlıkta yirmi beş yıllık bir geçmişe mi sahibim yoksa elli mi?

Peki, hâlâ aynı istek ve heyecanı hissediyor musunuz?
Yazarlık yaşımla ilgili okur yargısının ne olacağını kestiremesem de iştahımda hiçbir eksilme yaşamadan çalışabiliyorum hâlâ. Ne var ki bu yaş bilincinin yol açtığı eşikte artık hiçbir seçici kurulda görev üstlenmediğim gibi herhangi ödülün adaylığına da soyunmuyorum.

Evet, bunu biliyorum. Nedenini merak etmiyor değilim…
Dört yıl önce aldım bu kararı, uyguluyorum da. Onurlandırma amaçlı verilen ödüllere de hıyara tuzlukla koşturan biri olmadığım bilinsin isterim bu arada. Çalışmak için tutkum yerli yerinde ama kişisel hırslardan alabildiğine uzaktayım artık. Zaten uzun zamandır kitap fuarlarına katıldığım da yok, Son on yıl içinde Tekin Sönmez’in İzmir TÜYAP’ta “Edebiyata ve Yansıma Dergisi Yazarlarına Vefa ve Saygı Paneli” başlığı altında düzenlediği etkinliğine katılmak zorunda kaldım, o kadar. Vefa görmek için değil de vefa göstermek amacıyla…

Böyle başka kararlarınız var mı?
Bu yıl da şöyle bir karar aldım. Bundan böyle dedim öykü, roman, şu, bu ne olursa olsun, kendi kitaplarım üzerine beni de çalışmaya itecek hiçbir söyleşi için evet dememeliyim. Kendi kitaplarım için yazı kaleme alırmış gibi bir durum doğmamalı. Bugüne dek yüzlerce yazarın öykü, roman, oyun, deneme, şiir, anı, eleştiri, kuram, birkaç bin kitabı üzerine çalışmış, bunları yazıya dökmüş biri olarak niye kendi kitabım üzerine yazıyor olayım? Meraklısı varsa, benim kitaplarım üzerine de buyursun onlar yazsın. Nitekim yazanlar da var zaten. Ben de başkalarının verimleri üzerine kalem oynatayım yine, değil mi?

Ben aslında sizinle Ömürdeğer romanınızı konuşmak istiyordum ve ama elbette kararınıza da saygı duyuyorum…
Evet, Ömürdeğer için de, bundan sonraki kitaplarım için de, içeriğine değgin hiçbir soruya yanıt vermeme kararı aldım, bunları bu söyleşiyle dile getirme fırsatı yarattığınız için, teşekkür etmeliyim size…  Ancak Ömürdeğer’in başkarakteri Mutlu Varlık Tunçoku’nun hem 1950 kuşağı yazarlarından biri oluşu, hem aralıklarla ödüllere değinilmiş olması bu alanlara uzanmamıza olanak veriyor kendiliğinden.

İşte ben, edebiyatımız Ömürdeğer gibi bir roman kazanmışken o dönemi sizden dinleyelim istiyorum biraz…
1940 toplumcu gerçekçi kuşağıyla Garip kuşağı şairlerinin ardı sıra yazınımızda boy gösteren şair, yazarları ana akım bağlamında üç grupta toplamak olası: İkinci yeniciler, 1950 kuşağı öykücüleri, Köy Enstitüsü kökenli yazıncılar… İlk iki kuşak üyesi şair yazarlar, kentli, saltık bir yazın kavrayışının ardılı olarak görünürken Köy Enstitülüler kır kökenli görevci yazarlar kuşağı, ötesinde karton anlatıcılar olarak alındı neredeyse. Bu yazarların, aslında yaşdaşları konumundaki Márquez gibi kırsaldan gelip buna içeriden baktıkları kavranamadı o sıra.

Özellikle hem ikinci yeniciler hem de 1950 kuşağı yazarları, üstelik kendi içlerinden eleştirmen yetiştirebilmişti. Bu olgu, önlerinin açılmasında bana göre çok etkili oldu. Kaldı ki zaten yazınımız, yazıncılarımız 1990’a kadar eleştirmenlerden, yazınsal eleştiriden ya da yazın eleştirisinden çokça yararlandı, yararlanmayı bildi.

O dönem çok önemliydi tabii eleştiri…
Evet, yararlanılan bir türdü, yol açıcı bir okuldu adeta. Sözgelimi 1960’lardaki değişimi sonrasında, yükselen yazınsal düzeyiyle Peride Celal, aslında biraz da eleştirmenlerin armağanıdır yazınımıza. Oysa Köy Enstitülü yazarlar, kendi içlerinden eleştirmen yetiştiremedi bir türlü. Daha çok Sabahattin Eyuboğlu ile Vedat Günyol ikilisinin derinlikli olmayan yüreklendirmelerine tanık olduk, bununla yetindi kuşak, o kadar. Eğer kuşak üyelerinin niteliği, değeri zamanında kavranabilse, bu yönde yayın yapılabilseydi, bu yazarlar gelebildikleri çizginin çok ötesine geçerek büyük çığır açacaklardı kanımca. O zaman Yaşar Kemal’den Osman Şahin’e uzanan “yerlilik” kavrayışı, bambaşka uğraklardan geçerek gelişebilir, çok farklı açılımlara kapı aralayıp, yazınımızı topluca daha ileri bir düzeye taşıyabilirdi. Çünkü masalların, söylenlerin, Anadolu’nun birbiri içine girip birbirinde bütünleşmiş kültürlerinin sesiydi bu yazarlar. Sözgelimi 1950 kuşağından Ferit Edgü’nün Kimse ve O adlı yapıtları, kırsala bakışın olağanüstü boyuttaki çok başarılı birer dönüştürümüdür, ancak dıştan bakışla yapılandırılmış yapıtlardır yine de. Köy Enstitülü kuşak da, içerden bakışla, ama böylesi verimlerle taçlandırabilirdi yazınımızı.

Bugün için ne dersiniz?
Günümüzde bu bağlamda dikkat çekici adlar arasında anabileceğim Latife Tekin, Hasan Ali Toptaş, Hasan Özkılıç, Faruk Duman, Berna Durmaz gibi görece genç kuşak yazarları, kırsalın soyutlayımıyla dönüştürümünde çok daha önceden yüksek bir düzey yakalayabilir, bugünkü başarıya nice önceden varabilirdi herhalde… Bu, yaklaşık yirmi yıllık gecikmeyle 1980’lerde çıkabildi ancak ortaya. 1950’nin baskıcı dönemi nasıl düzeyli bir yazın armağan ettiyse, 1980 dönemi de bu bağlamda yazınımızın kendine dönerek toparlanmasına yol açtı bana göre. Sonuçta sözlü geleneğin dikkate alınmadığı kent kökenli bir yazınsal kavrayış yazınımızda egemenliğini sürdürdü hep. Bu kuşak üyeleri, kentlerde edebiyat matineleriyle mahfillerin açılımında etkin oldular. Onat Kutlar, evet bir sinema eylemcisiydi, öteki şairler, yazarlar da 1960 gençlik eylemlerinin ateşleyicileri arasındaydı kuşkusuz, ama bu kuşakların soldaki devrimci niteliği Kemal Özer, Erdal Öz, Adnan Özyalçıner gibi şairler, yazarlar tarafından daha sonra geliştirildi. Oysa Köy Enstitülü kuşak zaten baştan muhalifti, baştan isyancıydı. Ama biz ne yaptık? Kırsaldan gelen Köy Enstitülü kuşağı, üstelik “Köylü” diye alay ederek küçümsedik. Onlar da yerliliklerini görece yitirip zaman zaman yerelleştiler, böylece yoksullaştılar da. Sanki eylemci, örgütçü, görevci yazarlar kuşağı olarak kaldılar. Ama bu nitelikleri ölçü alındığında da yine değerbilmezliğimiz sürüyor bence.

Nasıl bir değerbilmezlik bu?
Bugün örneğin Sivas’taki kıyımda mücadeleci tutumlarıyla unutulmaz fotoğraf oluşturan şairlerimiz, yazarlarımız üzerinde sıklıkla duruluyor da yıllar önce Kayseri’de içi öğretmenle dolu olduğu halde, tıpkı Madımak’taki gibi saldırganlarca yakılmak istenen sinema salonunun kapısında Fakir Baykurt’un kıyımcılar karşısında mücadelesi anımsanmıyor nedense. Kendi payıma bugüne dek gerek Sivas kıyımına gerekse bu kıyımda yitirdiklerimize dönük pek çok yazı yayımladım da Fakir Baykurt için bugüne dek tek bir yazı olsun kaleme almış değilim. Oysa 1968 gençlik yükselişinin Anadolu damarını besleyenler de bu yazarlar, bu kuşaktan öğretmenler oldu. Bütün bunların ardından şunu öne sürmekte en küçük tereddüt göstermem: Türkiye’deki devrimci yükselişte Köy Enstitülü kuşak yazıncıları büyük paya sahiptir.

Ödül meselesine geri dönmek istiyorum, son zamanlarda nabzı iyice yükselen edebiyat ödülleri polemiği var… Siz ne düşünüyorsunuz?
Fakir Baykurt’a 1958’de Yılanların Öcü, Yusuf Atılgan’a Aylak Adam ile verilen Yunus Nadi roman ödülünün yankıları anımsanırsa ödülün verildiği tarihin koşullarıyla yapıt arasındaki örtüşmeyi görmemek için kör olmalı insan. Aynı şekilde on yıl sonra bu kez Kemal Tahir’in, Yorgun Savaşçı ile ülkemizin bu en köklü armağan/ödül kurumu tarafından ödüllendirilmiş olması da rastlantı değil o halde. Ancak bu olgunun üzerinden altmış yıl geçtikten sonra ödüllendirmenin, tıpkı cumhuriyetimiz gibi erozyona uğradığı görülüyor. Artık öyle oldu ki ödüller yankı yaratmaya değil, dedikodulara yol açıyor sürekli. Seçiciler kurulları da ödül için çok iyi gerekçeler kaleme alıyor doğrusu. Belki bunun da bir yararı vardır, bilemem, buna ileride bakmak gerekir, bugünlerde yaşanan dağdağayı aştıktan sonra… 1950 kuşağı yazarı Mutlu Varlık Tunçoku’nun da belleğinde işte ödül anlamında iz bırakanlar bunlar ya da bu tür yaklaşımlar olmalı, değil mi? O halde gelin ilkönce, yazarla yazarlık kurumunda yaşanan bu değişim üzerinde duralım, ne dersiniz?