Çağdaş Türk Dili’nin “Öykü Nedir?” Sorusuna Yanıt
M.Sadık Aslankara
Öykü, yalnız tanımlanması değil, aynı zamanda betimlenmesi de gereken bir kavram yanılmıyorsam. Öyküyü, ister sözcük ya da kavram olarak alalım, ister varlık nesnesi olarak koyalım, aynı bir tanıma hepimizin katılabilmesi, güç görünüyor. Eğer, “öykü, öykülemedir”, “öykü, yazın türüdür,” biçiminde bir dile getirişle, kestirip atmayacaksak… Öykü için tanım getirmeyi zorlaştıran, onun öte yandan bir estetik nesne oluşu kuşkusuz. Nitekim öyküyü, bir estetik nesnesi olarak betimlemeye yöneldiğinizde, o şey’in nasıl bir şey olduğunu anlatmaya girişirsiniz doğal olarak. Ama tanımlama ve betimleme ayrı şeyler…
Dünyada Çehov’un, bizde Sait Faik’in öykücülüğünü beğenenlerin sayısı, beğenmeyenlere oranla, herhalde çok daha fazladır. Peki, bu yazarların öykücülüklerinin yaslandığı estetik değerlerin, öykülerin ortaya çıkardığı beğenilerin ışığında ulaşılan genel bir öykü tanımlanmasına acaba kaçımız katılır? Öyle anlaşılıyor ki, bu yazarları beğenmek, onların öykü anlayışlarını, genel bir öykü tanımı olarak değerlendirip kabullenmek anlamına gelmiyor. O halde, yeryüzünde üretilmiş ve üretilebilecek ne denli öykü varsa, ileride ne denli öykü çıkacaksa ortaya, bunlarla ilgili yapılmış ve yapılabilecek betimlemelerin, her zaman öykü tanımının kapsamı içinde yer alacağını unutmamak gerek!
Bütün öykülerin, öykü tanımının kapsamı içinde yer alması ne anlama gelir? Demek, genel bir tanımı var yine de öykünün! Bütün öyküleri bağrında toplayan… Nedir bu tanım? Ben, bu soruşturmanın bana sağladığı kolaylıktan yararlanarak bu sorunun yanıtını, konu uzmanlarına bırakayım istiyorum.
Benim bu sınırlı çerçevede değinmek istediğim tek şey var: bir yazın türü olarak “öykü”nün gereklerini yerine getirdikten sonra, kim nasıl, ne biçimde bir öykü yazarsa yazsın, hiç kuşkumuz olmasın, bu yazılanlar hep öykü olarak kalacaktır. Ama, yalnızca kendi yazdığı öyküye yer açarak ya da bir kuşağın, okulun vb. öykücülüğünü öne çıkararak veya yazın dışı bir alanın ölçütleri temele alınarak yapılmış öykülemenin biricik yaklaşım olduğunu öne sürerek öykünün tanımını, bunlara uygun hale getirmeye, bu tanımı darlaştırmaya çalışırsanız, buna en başta, o en genel öykü tanımı karşı çıkacak, kendisine giysi biçmeye çalışanların anlayışına hep uzak kalacaktır.
Bu nedenle, beni bağışlarlarsa eğer, öykü yazarlarına şöyle düşünmelerini öneriyorum: yazdıklarım kuşkusuz öykü. Bunların hepsini değilse, bir bölümünü, yazarı olarak ben de beğeniyorum. Ama bu öykülerin, dünyanın en güzel öyküleri olmadıklarını da biliyorum. Başka başka yazarların çok güzel öykülerini okuyorum, bunlardan çok büyük tat da alıyorum. Kendim yazmışım gibi…
Peki öykü yazarları, yukarıda aktardığım doğrultuda mı düşünüyorlar, yoksa kendi öykülerinin dışında, hem de çok güzel öyküler yazıldığının, bu yazılanların tüm yeryüzünde sınırsız, sonsuz bir öykü evreni oluşturduğunun, kendi yazdıkları o güzel öykülerin de bu evrene çakılarak birer yıldız olarak kalacağının bilincinde değiller mi hâlâ?
Sahi, öykü nedir kuzum?
(Aslankara, bu yanıtın altına tarih atmamış, derginin ilgili sayısına da şimdilik ulaşamadığı için bir tahmin olarak 1997’yi gösteriyor.)