SÖYLEŞİ: M.S.Aslankara-Süreyya Köle Söyleşisi; Ondancı

www.birgun.net 25 Şubat, 2019 tarihli söyleşi


Kim Ne Derse Desin Hayatı Kadın Kuruyor

Edebiyatın usta isimlerinden M. Sadık Aslankara’nın bir çocuğun gözünden kurduğu yepyeni bir dünya… Acındırmanın neredeyse devlet politikası haline getirildiği bugünlerde acındırmaya kaçmadan kotarılmış hassas bir konu

SÜREYYA KÖLE

Ondancı, çocuk felci nedeniyle yürüme yetisini kaybetmiş akıllı, duyarlı, uçarı bir oğlan çocuğunun hayata tutunma ve yaşam mücadelesini anlatan öykülerden oluşuyor. Ondancı için, merkezinde kurulu çekirdek öyküsünün dışında, okuruna farklı okuma olanakları sağlayan, dil zengini bir yapıt demek de olanaklı. Yazarı M. Sadık Aslankara’ya Ondancı üzerinden sorular yönelttik. Onun öykü evrenine bir adım daha yaklaşmak için biraz da…

► Sizin için, okurunu sözlük kullanmak zorunda bırakan yazar, desek abartmış olmayız sanırım. Farkınız, kitabın adıyla başlıyor kuşkusuz. ‘Ondancı’nın ne anlama geldiğini merak eden okur, öykülerin arasında gezinirken de pek çok yeni sözcükle karşılaşıyor…

Sıradan yazar da olsa, diliyle bir sur borusu üflemeyecek de kim yapacak bu işi sevgili Süreyya? Hemen daldım konuya ama rüyamızı Türkçe görüp, sözcük bile uydurabilirken uyandığımızda kabız bir dile tutunup pırtık akılla ne kadar yol alabiliriz?

Edebiyat, sokaktaki dille yapılmaz ama o dille konuşanlar yani sokaktakiler yine de edebiyat dilini anlayabilir. Örneğin biz hekimleri, demirciyi ya da baklavacıyı, şunu bunu dinlerken onların kullandığı her sözcüğü anlayabiliyor muyuz? Bunun gibi okur da gayret edecek, eve patates soğan götürebilmek için nasıl çabalıyorsa, gariban yazarı da sökmeye çalışacak, başka yolu yok.

► Rahatlıkla acındırmaya kayabilecek bir konuyu o tuzağa düşmeden işlemeniz -ki okuyanlar yatağa bağlı yaşamak zorunda olan, felçli bir çocuğun öyküsüyle karşılaşacaklar- zor oldu mu sizin açınızdan?

Ben o oğlanla annesini çocukluğumda tanıdım ve kendimden utandım. Annesinin sırtındaydı, yaşıttık. Ben yürürken o yürüyemiyordu. Bu tanıklık, görüntü hiç silinmedi belleğimden. Yıllar yılı inmedi üzerimden. Öyle çok üzülmüştüm, ama vaktinden önce yazsaydım, buna acınmalarım sızabilirdi belki. Ancak yazarlık, böylesi duyguların akılla yazılması gerektiği talimi yapılıp bu hünere er geç ulaşılması gerektiği anlamına da geliyor aynı zamanda. Duyarlıkla duygusallığı ayırmak zorunda yazar.

► ‘Ondancı’daki öykü adlarını ara başlık kabul etsek, kitabın sonuna geldiğinde okunanın bir roman olduğunu bile düşünebilir okur. Bu oluşum süreci nasıl şekilleniyor; seçtiğiniz konu mu, yoksa öykü kişisinin sağladığı olanak zenginliği mi size bu zincir öyküleri yazdıran?

Öykülerin her biri bağımsız okunduğunda bir karşılık verebiliyor mu, buna bakmak gerekir. Bir yazar arkadaşım, sıralamaya bakmaksızın karışık düzende öyküleri okuduğunu, kopukluk yaşamadığını söyledi. O halde isteyen, bir roman aldığını düşünebilir eline, ama ben roman bölümleri değil öykü olarak kaleme aldım bunların her birini. İki konuda denge gözetmek için büyük özen gösterdim: 1. Okur nereden başlarsa başlasın, hangi öyküyü okursa okusun bağlantı kopukluğu yaşamasın, 2. Ama okur bağlantı kopukluğu yaşamasın diye anlatı öğelerinde pekiştirmeye gidilmesin, tekrara düşülmesin istedim öykülerde.

► Belki diğer kitaplarınız için de aynı şeyi söylemek mümkün, öykülerinizde çocuklar ve kadınlar ağırlıklı olarak daha ön planda. Bunun bir tercih olabileceği düşüncesinden hareketle, bu tercihi sizde oluşturan duyarlılık noktası nedir?

Kim ne derse desin hayatı kadınlar kuruyor. Kadınların ilgisi de erkeklere değil çocuklara yönelik oluyor. Ben de çocukluğumu hep kadınların kucağında geçirdim, büyük şefkat, sevgi gördüm onlardan. Karşılıksız sevmenin hasını yaşadım onların kucağında. Bilmem, belki onlara borcumu ödemeye çalışıyorum, denebilir şu yıllarımda.

► İçinde olduğu durumu yer yer kabullenen, yer yer isyan etmekten kendini alıkoyamadan, ancak sorgulamaktan sonuna kadar vazgeçmeyen bir öykü kişisi çıkıyor ‘Ondancı’da karşımıza. Karakterinizin yaşamın karşısında takındığı tutumu belirlerken iyimserlik ile kötümserlik arasında nasıl bir denge kurdunuz?

Tevekkül iyimserlik halidir. ‘Ondancı’daki çocuk, annesini düşündüğünde kendiliğinden bir yumuşama yaşıyor. Annesi, bu görüntünün dışına çıktığında ama birden bir isyancıyla karşılaşıyoruz. Buna dayalı olarak öykülerde tahterevalli kurdum dengeyi sağlamak amacıyla. ‘Anne zamanı’ tevekkül yani iyimserlik halinin, ‘anne dışı zaman’sa isyanın fokurdadığı anlar oluyor. Annenin yüzüne laf söyleyecekse de yutup bunu, o yokken dırlanmayı yeğliyor çocuk daha çok.

► Öykü kişisinin fiziksel engelli oluşundan kaynaklı asıl öyküsü bir yana, aynı zamanda bir erkek çocuğunun annesiyle kurduğu derinlikli ilişkinin etrafında şekillenen öykülerden oluşuyor diyebiliriz ‘Ondancı’ için. Hoş, burada fiziksel gereksinimlerin zorunlu kıldığı bir ilişki biçimi de söz konusu. Yine de insan düşünmeden edemiyor, bir anne, erkek çocuğunun gözünde daha çok nedir? Sürekli kıskanılmak annenin kadın tarafına bir itiraz sanki, ne dersiniz?

Nefis bir soru bu, teşekkür ederim. Eğer öyküler, bunu gerçekten düşündürtüyorsa çok sevinirim. Çünkü bu ciddi bir sorunsal ve ben bunu bir an bile göz ardı etmiş değilim. Az önce söyledim, varoluşun bütün süreçlerinde bebeklikten koca kafalı oğlan çocukluğuna, keçi gibi ‘be’leyen ergenlikten erginliğe, derken Latife Tekin’deki yaşlı kadının “bülüğüne ossurduğum” dediği kocamış erkekliğe dek tümü de kadına muhtaç, ama aynı zamanda onu kıskanıyor da. İlgisini, şefkatini, dişiliğini, anneliğini, koruyuculuğunu, akla ne gelirse artık. Bu yüzden psikoloji, psikiyatri kadar sanatın da ana sorunsallarından biri bu.

► Ne yapıp edip öykü kişinizin yolunu sanatla kesiştirmek neden? Sizde olmazsa olmaz bir tarafı var mı bunun, bir karşılığı?

İnsanın bütün yapıp etmeleri içinde bilim, felsefe, sanat, spor özel bir öneme sahip. Bilimle felsefeyi, alanın insanları yapabilir yalnızca. Sporsa ancak belli yaşlarda yapılabilir yürüyüş, yüzme falan dışında. Oysa sanat, en azından alımlayıcı olarak yaşam boyu yapılabilecek bir edim. Bu yüzden insanın tek ilacı sanattır, onu diri tutacak, sağaltacak olansa sanatlı bir hayat yaşamak elbette.

► ’Bodrum, Datça, Lara, Beşiktaş, 2009-2016’ notuyla bitiriyorsunuz ‘Ondancı’yı. Neredeyse göçebe bir yaşam… Bu kadar çok yerli olmanın, farklı iklimlerin havasını solumanın üretimleriniz üzerindeki etkisi nedir acaba?

Hiç sorma sevgili Süreyya, bütün güçlüklerine rağmen, yaşamımın en büyük lüksü bu. Ülkemin farklı coğrafyalarında son on beş yıldır kendime özel olarak kurduğum, yaşamayı sürdürdüğüm minik göçebe yuvaları, benim için göçmen kuşların sulak alanlarından farksız. Buralarda mola verip besleniyor, sonra havalanıyor, yorulana kadar uçup derken bir başkasına konuyor, beslenip kendimi bakımdan geçirmek üzere bu yeni vahama iniyorum.

 

Kaynak: https://www.birgun.net/haber-detay/kim-ne-derse-desin-hayati-kadin-kuruyor.html