SÖYLEŞİ Nilgün Çelik; Sadık Aslankara Söyleşisi

SADIK ASLANKARA İLE SÖYLEŞİ…

Nilgün Çelik

Sadık Aslankara, Ben karıncayım, çalışırım, diyen çok yönlü bir sanatçı. Öncelikle çok iyi bir okur, öykü ve roman yazarı, deneme yazarı ve eleştirmen. Sonra belgesel sinemacı, gençlik yıllarında tiyatro oyunculuğu yapıp sonradan oyun yazarlığı ile devam eden…  Hal böyle olunca S. Aslankara ile söyleşi yapmak beni heyecanlandırıyor. Böylesine on parmağında on marifet olan bir sanatçıyla sanatın hangi dalından soru sorsam diğeri eksik kalacak, haksızlık olacak endişesi yaşıyorum. Bir de ilk öykü kitabımı kendi köşesine taşıyıp, beni onurlandırınca, “hocam” olunca, sorularımı seçerken biraz daha fazla heyecanlandığımı söylemeliyim.

Aslankara’ya içinde bulunduğu bütün sanat dallarından tadı damağımızda, fikri aklımızda kalacak kadar soru sormayı istiyorum. Tüm edebiyatseverler ve Sadık Aslankara hayranları için.

*Sevgili Hocam, siz son dönemde yeni yazarlara destek veren tek edebiyatçısınız.  Sizin yegâne fikrinizin “okumadan yazar olunmaz,” olduğunu tüm takipçileriniz bilir. Durum bu iken yeni yazarlar bu anlamda tam olarak nerede duruyor? Nitelik bakımından yeni kuşak öykü yazarı ve öykücülüğümüz için neler söylemek istersiniz?

Yazın dünyamızda ortaya çıkan yeni yazarları ya da yazar adaylarını iki öbekte toplayabiliriz; gençler, erişkinler. Bu gruplar arasında önemli bir seçme-okuma farkı var. Gençler daha çok kendi akranlarından, sivrilmiş ya da öne çıkmış olanları alıyor hedefine, etkilendikleri de onlar oluyor, hatta bunları bir tür rol modeline dönüştürüyorlar, ayırdına varmadan onlara benzemeye koyuluyorlar da denebilir. Bu adlara, dünya edebiyatından etkilendikleri, yer yer örnek aldıkları birkaç yazar ekleniyor. Gençlerin kaleme aldığı öykülerin, teknik açıdan eksiksiz, hatta mükemmel diye nitelenebilecek düzeyde, ancak birbirlerinden asla sıyrılamayan, şaşırtıcı benzeşiklikte kaleme alınmış öyküler olduğunu söyleyebilirim.

Erişkin yeni yazarlarsa, gençlere göre farklı bir yönseme sergiliyor. Bu gruptakiler soy yazıncıları izliyor, ama gençlerin kendilerine pek de güzel yakıştırdığı yazınsal ataklığı göstermediklerinden enikonu tutucu oldukları izlenimi bırakıyorlar. Gençlerle bağları, öne çıkanlarla sınırlı denebilir erişkin grubun. Genç yazarların tümünü izlemedikleri hemen anlaşılıyor. Ama bunlar arasında yeni gibi algılanmakla birlikte birkaç on yıl önce yazın dünyasında bir biçimde adlarını duyurmuş, yazarlığı kaldıkları yerden yürütmek amacıyla aradan geçen uzun yıllar sonra yeniden üretime geçenler, nerede kaldılarsa oradan sürdürmek istiyormuş görüntüsü veriyor daha çok. Ne ki buna gereğince karşılık bulamıyorlar, görece karşılığını da veremiyorlar bana sorulursa.

Bu farkı, kuşak kavramı dışında ele almak gerekiyor kanımca.

*2003 yılından bu yana Cumhuriyet Gazetesinde “Öyküdenlik”adlı köşenizde dilin sonsuz yetkisini kullanarak, yolun başındaki öykücünün kitabını okurlarla buluşturup, yeni bir öykü yazarının haberini veriyor ve eksiklerini naif tümcelerle dile getirip, tatlı tatlı eleştiriyorsunuz. Türk Edebiyatına yazdığınız kitaplarla katkınız ve içinde bulunduğunuz tüm sanat dallarına emeğiniz, büyük. Sormak istediğim soru şu: Yeni öykücülere destek olmak yani “Öyküdenlik”, tüm bu çalışmalarınızın, yazarlığınızın önüne geçtiğini düşünüyor musunuz?

Eğip bükmeden, doğrudan, “Evet” yanıtı verebilirim bu sorunuza karşılık. Çünkü öyle çok sayıda yeni yazardan öykü, roman okuyorum ki, kimileyin kısa sürelerle de olsa okumalarıma ara verdiğim oluyor. Okuma belleğimi temizlemek amacıyla. İşin bir yanı bu ama yeni adlarla karşılaşmak, bir biçimde gençlerle, onların öyküleriyle kol kola girmek de ne yalan söyleyeyim, cezbedici bir iş. Okuduğunuz bir yazarın yıllar içinde ustalaştığını, o ustalaşırken âdeta çocukluğundan tanıdığınız birinin büyümüş haliyle karşılaşıverdiğinizi düşünüyorsunuz elinizde olmadan, bu da çok hoş bir duygu elbette. Onlar ayırdında olmayabilir bunun, ama yabana atılamayacak bir güzellik yine de bu.

*Türk romancılığı hakkında sizi dinlemek istiyorum. Herkesin bildiği gibi romancılığımız sosyal ve kültürel birikimin bir sonucu olarak değil, batıdan esinlenerek başladı.  Batıda ise toplumsal ve sınıfsal yapı üzerine ortaya çıktı. Felsefeden de beslendi.  Hal böyle iken romancılığımızın gelişimi hakkında düşüncelerinizi, ülkemizde yaşanan toplumsal olayların edebiyatımıza yeterince yansıyıp yansımadığı hakkında fikirlerinizi merak ediyorum 

Sözleriniz teknik açıdan doğru olmakla birlikte, salt anlatma ağırlıklı bir edebiyat birikimine yaslandığımız gerçeğini temele alıp gerçeküstücü, aykırı gerçekçi, büyülü yaklaşımlara, farklı dönüştürümlere kapalı olduğumuz da sanılmamalı. Böyle olduğunda örneğin Kazak Abdal’ı açıklayamayız. Nitekim Halit Ziya’dan Mehmet Rauf’a, Nahit Sırrı’ya, Hüseyin Rahmi’ye, Reşat Nuri’ye uzayıp gidecek listede yazarlarımızın, kaleme aldığı ne kadar roman varsa, bunlarda kişilerin, içinden geldikleri toplumsal, sınıfsal, ekonomik, kültürel vb. yapıların niteliklerini yansıttığı söylenebilir pekâlâ. Bana göre sorun, bunun böyle olması değil, yazarın, akıl verici bir üst-anlatıcı konumunda romana karışıp hatta sızıp kendi yapıtında illegal rol çalmaya girişmesi. Ne yazık ki bu tutum günümüzde de sürüyor. Dünyanın tanıdığı kimi yazarlarımızın bile, romanlarında vaaz vermeye kalkıştığı görülmüyor değil kimileyin.

*Bir üst soruyla bağlantılı olarak Türk Edebiyatında yeterince tarihi roman yazılıyor mu sizce?

Yeni gelmişken Fethi Naci’nin ünlü, “Cumhuriyetin gerçek tarihi, biliyorsunuz, şimdilik ancak romanlarda okunabiliyor…” sözünü anımsatarak söze gireyim. Bizde, pek çok roman, tarihi uzam bağlamında kendi zeminine dayalı halde yapılandırılıyor. Bu nedenle azımsanmayacak sayıda tarihle ilgili roman yayımlanıyor diyebiliriz. Buna özellikle 12 Eylül sonrasında insanımızın kendi kişisel tarihini anlatmak da eklendiğinde ciddi bir dağar çıkıyor ortaya. Bunların bir bölümü “sözlü tarih belgeseli” anlamında önem de taşıyor. Ancak tarihi anlatan romanla tarihi dönüştürmüş romanı ayırmak zorunlu. Böyle yapıldığında sizin sorunuz gerçek ağırlığıyla ortaya çıkmış olur. O zaman tarihin, tarihsel olanın dönüştürülüp toplumla iç içe kılındığı romanın belki mumla aranması gerekebilir ne yazık ki, bu da işin bir başka gerçeği.

*Sizin yazınsal liyakate önem verdiğinizi biliyorum. Her yazarın anadile borcu olduğunu, dile ve yazına emek verilmeden yazar olunmayacağının altını hep çiziyorsunuz. Bunun için okumak ve sistematik olarak yazmak yeterli mi sizce?  Yazar, sözcüklere hakimiyeti nasıl sağlar?

“Okumak ve sistematik olarak yazmak” diyorsunuz ya, yazına değilse de dile emek vermenin, bir yazar için dilde, dil hakimiyetinde belirgin düzey yakalamanın en önemli dayanağı bu elbette, yazınsal sanatçılığı bir yana bırakıp yazarlığı bir zanaat bağlamında sürdürmeyi düşünmüyorsa tabii. Okumak, yazmak, bunu etkinlik olarak süreğen kılmak. Çünkü sanatlaşmış bir yazarlıkta her okumanın, kaleme getirilen her metnin ardından yazar, bir yazın sanatçısı olarak kendisini sorgulayacak, sonraki metni için öncekine göre ille geliştirmeye dönük hedefler koyacaktır kendisine. Böyle bir hedefi yoksa eğer yani dilde seçicilik kaygısı taşımıyorsa, her metnine daha ileri düzeyde sözdizimleri yerleştirmeyi, bu metinlerde sözcük seçimini, yeni sözcük kullanımını hatta sözcük yaratımını-üretimini, bunların sonucu olarak kendine özgü yepyeni bir dil yaratmayı, bu dilde yetkinliği yazarlığının amacı haline getirmiyorsa elbette başaramaz. O zaman yazarlık zanaatının değil ama yazarlık sanatının altından da kalkamayacaktır kesinlikle.

Bu doğrultuda şöyle bir ölçü getirilebilir: Bir yazar, kalem oynattığı dilde, bu ister anadili isterse anadili değil de yazındaki dili olsun fark etmez, bu dili hiçbir eksiğe gediğe yer vermeyecek ölçüde öğrenecek öncelikle ve kesinlikle. Bu, on yıllar süren bir eylem zaten. Ama bu arada öğrendiği bu dilin gövdesi üzerinde, salt kendine özgü yepyeni bir dil kurmaya girişmek anlamında ciddi emek verecek. Yani iki uçlu bir eylem biçimi olarak bir yandan bu dili öğrenip geliştirecek, öte yandan bunu bozup kendine özgü biçimlendirecek.

*Türk okuru sizce kitap tercihi yaparken en çok neyi dikkate alıyor? Kitap okuma oranın yükseldiğine dair söylenenleri doğru buluyor musunuz?

Geçmiş yıllarda sanatla reklam henüz bugünkü kadar iç içe geçmemişken ister film, müzik, resim isterse öykü, oyun, roman olsun fısıltı yoluyla çok daha hızlı yaygınlık kazanırdı. O zaman kişisel beğeni, haz önem taşırdı. Oysa günümüzde insan, artık salt oynamak isteyen özne konumu sergiliyor neredeyse. Kitaplar da birer oyun kâğıdı kabulü görüyor. İnsanın düşüncesi tek boyutlu bir sınırla çerçeveleniyor; “Bana farklı oyunlar sunarken beklentim olan hazzı sunabilecek mi?” sorusu eşliğinde. İşte sistem dediğimiz, resmi-özel kurumlar, ilişkiler vb. olarak özetleyebileceğimiz ağ, bunun duyurularını, pazarlamasını, dağıtımını yapıyor bir bakıma. Bu yüzden sanat alanlarıyla sanatsal etkinliklerin tümü bu sistemde birer oyun alanı konumu yansıtıyor. O halde genel geçermiş izlenimi yaratılan verilerin doğru olmayabileceği unutulmamalı. Ancak şunu da ekleyeyim ki, biat etmeye yatkın kitleselleşmiş okur kesimi yanında süzme bir okur kitlesi de varlığını koruyor geçmişten günümüze. Öte yandan entelektüel tabanı çok yüksek, bilimle içlidışlı bu kesimin, söz konusu nitel yapısıyla kendini ileriye taşıyacağına da yürekten inanıyorum ayrıca. Diyelim kitap ortadan kalktı, gelişmiş birer beyin olarak bu kesim yüksek soyutlayıma dayalı yazının, okumanın, kitabın peşini asla bırakmayacaktır hiçbir zaman.

* “Edebiyat, sokaktaki dille yapılmaz ama o dille konuşanlar yani sokaktakiler yine de edebiyat dilini anlayabilir,” diyorsunuz. Entelektüel okur böyle oluşabilir mi sizce?

Halk kesimleri, tabakaları ortalama okur bağlamında alınmalı. Örgün eğitim-öğretimden geçen kitleler farklı yönseme sergileyebilir. Bu açıdan söz konusu kesimler bir yelpazeye yerleştirilmeye girişildiğinde farklı düzlemlerde konuşlanacaktır.  Zorlayıcı nitelikteki metinleri herkesin anlamasını beklemek doğru değil. Ancak eğitim bakımından en alt düzeyde bundan yararlanmış halkın da imalı, göndermeli, atasözlü, özlü sözlü konuşmaları anladığını, bunlardan kalkarak anlamsal yapılar kurduğunu biliyoruz. Diyeceğim geniş kesimlerin okuduğu öykü-roman kurmaca kitaplarını, söz konusu okur ortalaması pekâlâ okuyup ötesine bile geçebilir. Ancak zor metinleri benimseyip okuması beklenemez elbette halk kesimindeki insanların. Bu, kişisel yönelimiyle kendi okuma eylemini çakıştıran insanın kendini keşfidir. Kişi, kendi gücüyle, olanaklarıyla bu hale gelir. Zaten entelektüel yapıya ancak böyle ulaşılır, söz konusu kişi, bir heykeltıraş gibi yontmayı sürdürdüğü kendisinden bu niteliklere uygun insanı yaratır sonuçta.

*Tiyatro ve belgesel sinema, içiçe geçmiş sanat dalları. Tiyatroda Toplu Oyunlar-1’de yer alan üç oyun Kevser’di, Ev-Ses, Hayal Ustası oyunlarınız var. Sayısız belgeselleriniz var. Oyun yazmaya genç yaşlarda öykü ve romandan önce başladınız. O zaman oyun yazarlığı tüm yazarlığınızı besledi diyebilir miyiz?

Oyun yazarlığında, dünya tiyatro edebiyatına mal olmuş yazar sayısının, öykü-romana oranla daha az olduğu öne sürülebilir. Bunların bir bölümünün oyuncu-oyun yazarı olduğu da unutulmamalı ayrıca. O zaman tiyatro oyun metinleri, tam anlamıyla matematik metinleri benzeri bir şaşmazlık gösterir. Sonuçta oyunlar okunurken daha, bunların kendi içinde nasıl sıkı bağlarla birbirine bağlandığı görülebilir, hayranlık duymamak elde değildir. Bunların yüksek oyunlarda görüldüğünce âdeta yapay zekâ tarafından kurulduğu gibi bir düşünceye bile gidebilir insan. Özellikle karakter-kahraman-kurmaca kişisi yaratmak açısından keşke her yazar, amatör de olsa, tiyatro sahnesinden geçebilse. Kendi payıma ben, Stanislavski’nin Bir Karakter Yaratmak adlı o çok değerli yapıtını, edebiyatçılarımızın da okuması gerektiğini düşünürüm sözgelimi. Ama yazar bunu sahne eylemiyle de bütünleyebilmeli.

Ben yazmaya çocuk yaşlarda başladım, evet ilk metinlerimin skeç türü metinler olduğunu, ardı sıra öykü gezintilerimin başladığını söyleyebilirim. Ne var ki yazıyordum ya, yazarlığın ne olduğunu biliyor değildim ki, yazmayı da salt anlatmak olarak alıyordum. Yazdıkça yazdıkça, okudukça okudukça hem okurluğun hem de yazarlığın ne olduğunu anladım. Okur ve yazar olarak da bu eylemin hâlâ ne türden bir eylem olduğunun içine girmeye çalışıyor, bu konuda kendimi geliştirmek için durmaksızın çaba harcıyorum.

*Kitapları söz konusu olunca susmayı tercih edip lafı okura bırakan, ama öykücülük romancılık adına ilgilendiği tüm sanat dalları adına konuşması istendiğinde her cümlesine hayranlık duyulan bir yazar, sanatçısınız.

Türkiye’de sanata bakış açısını düşününce sanatla bu kadar iç içe olmak yıpratıcı değil mi? Çünkü sanatçı duygusaldır ve kabul görmek ister. Sizin ilgilendiğiniz bütün dallar uzun vadede kabul gören dallar. Bir ses sanatçısı, bir ressam anında geri dönüşler alırken yazın hayatıyla uğraşan sanatçılar uzun vadede alıyor. Dolayısıyla sorum net: Sanatın birçok dalında iken, nasıl ayakta kaldınız?

Her şeyin değiştiği, zaten büyük bir hız ironisinin yaşandığı çağımızda ne yaparsanız yapın, sonsuzca kalıcılık öngörülemez artık. Ama sanat, bize sağlam dayanaklar sunabilir, bundan yararlanarak dünyanın ağırlığı karşısında ayakta durmak da olanaklı hale gelebilir pekâlâ. Buna göre sanat, yalnız dünyayı değiştirmenin bir anahtarı değil yanı sıra dünyaya katlanmanın da sihirli formülü aynı zamanda.

Stanislavski’den mülhem, sanatın içinde kendimi değil kendimi sanatın içinde seviyorum ve bu bana iyi geliyor, beni iyileştiriyor. O zaman direnme gücüm de artıyor. Bu da beni ayakta tutuyor, yazmak, evet ama ölmeden bir kitabı daha okuyabilmek, daha önce adını duymadığım bir yazarı tanımak, hiç bilmediğim konularda ufkumu genişletmek, bu zenginliği en büyük düş kaynağım yapmak, bana yeterince “ayakta kalma” hüneri kazandırıyor diyebilirim.

*Vakit ayırdığınız için tüm cevaplarınız için teşekkür ederim.

Ben de düzenlediğiniz sorulara verdiğiniz emek, buna dönük yaptığınız çalışmalar için size teşekkür ediyorum Sevgili Nilgün Çelik.

 

(www.prologdergi.com)