Uykusu Sakız
Şebnem Atılgan
Bu yıl 56’ıncısı düzenlenen Yunus Nadi Öykü Öülü’nü Zeynep Aliye ile paylaşan M.Sadık Aslankara ile “Uykusu Sakız” öyküleri üzerine konuştuk.
“Uykusu Sakız”, geçmişini hatırlamayan, daha çok annesi tarafından çocukluk yılları üzerinde sürekli oynanan genç bir adamın öyküsü ile başlıyor. “Geçmiş”, “Geçmişte yaşananlar bu kitabın hemen hemen bütün öykülerine yayılan temalardan biri…
M.Sadık Aslankara: Bir öyküde geçmiş yoksa başka ne olabilir ki? Birey, ancak geçmişiyle bireydir ve nereye giderse gitsin geçmiş bireyin peşini bırakmaz. Kaçamayacağı, kurtulamayacağı “artık bıraktım seni” diyemeyeceği bir gerçekliktir insanın geçmişi… Bu geçmişin içinde en özel olan da çocukluk yıllarıdır. Yalnız ben değilim geçmişi kurcalayan; pek çok yazarın kendi kahramanlarının geçmişlerini ve geçmişleriyle hesaplaşan yanlarını ele alan kurguları vardır. Bunu bir çapraz işareti olarak düşünebiliriz; birey, geçmişle gelecek arasında, geçmişi mutlu ama geleceğe yönelik bir mutsuzluğa evrilen bir hareket içinde olabilir ya da tam tersi… Yazar, evrilen hareketleri kendini ya da çok yakından tanıdığı insanları sorgulayarak ortaya koyabilir; öykü kahramanlarının geçmişe yönelik arayışlarını, çabalarını, sorunlarını, sorgulayışlarını kendisinde ya da çok yakından tanıdığını düşündüğü insanların yaşamlarından yola çıkarak yapacaktır.
Öykülerin içinde “anne” olan kadınlar çok fazla var ya da ben öyle okudum. Daha ilk öyküden başlayan bir anne açılımı diğer öykülerde de devam ediyor.
İlk öykü aslında bir yüceltme öyküsüdür. Anneye yönelik ir yüceltme öyküsü… Çocuk annenindir, kadınındır yani… Ülkemizde ve dünyanın pek çok yerinde sanıldığı gibi çocuk babanın değildir. Soyadını babadan alsa da çocuk annenindir. Burada benim özellikle vurgulamaya çalıştığım buydu. Bu durum şöyle bir sorumluluk da getiriyor: Eğer çocuk bütün olarak anneye aitse, çocuğun bütün sorumluluğu da anneye ait olacaktır. Uygarlık erkek uygarlığı ama bu uygarlık içinde savaşlar da var. Savaşta erkeklere ait bir suç, bir eksiklik, sakatlık… Bunun gibi tıpkı. Bu öykülerde kadın yüceltmesi söz konusu… Bunları bütün kadınlara bir yazarın gönül borcu olarak yazmış olduğum düşünülebilir.
Bu arada şunu da eklemek isterim; Anadolu, kadınların yönetimine alışmış birey topluluğudur. Anadolu erkeğinin de birey olarak birer içgüveysi olduğunu düşünüyorum. Bu öyküler, bu nedenle toplumsal gerçekliğimizi de yansıtan öykülerdir.
Bu kadınlar için “şehirli anneler” diyebilir miyiz?
Şehirli anneler de var, kasabalı anneler de… Kentli anneler diyebiliriz, şehirli anneler için… Öteki anneler için de kentli olmayan anneler… Bu öykülerin kadın kahramanları kasabada yaşıyor olsalar bile, büyük şehirlere göre daha uygar olduklarını düşünüyorum. Neye oranla daha uygar, kent erkeğine oranla daha uygar. Onların yaratan taraflarının değerlendirilmesiyle, onların çok daha hoşgörülü, çok daha farklı özelliklerle donandıklarını düşünüyorum. Bu yüzden dediğinize katılıyorum, onlar kentli olmasalar da kentliymiş gibi alınabilecek kadınlar. Kent yerleşiğiymiş gibi ve kentlilik bilincini taşıdığı düşünülebilecek kadınlar…
Anne dedik, kadın dedik… Kadın deyince akla hemen aşk geliyor. Bu yönden bakıldığında öykülerde aşk duygusunu nasıl kullandınız?
Az önceki konuyla bağlantılı bir cevap vereceğim. Bütün yaşantımızın ana belirleyeni kadındır. Aşkı belirleyen de kadındır. Erkekler aşkı var ettiklerini düşünürler ama aslında adım adım bu aşka çekilmiş olan birer figürandırlar yalnızca. Aşkı belirleyen kadındır. Bu doğrultuda kadınların en büyük rakipleri yine kendi cinsleridir. Aşklarda sıkıntıyı, sorunları yansıtan erkekler değil, kadınlardır.
Hemen hemen bütün öykülerde çocuk ağzından anlatımlar var.
Evet. Bu kitaptaki pek çok öykü için bu söylenebilir. Öyküler zaman zaman kahramanın geçmişindeki çocukluğun bakışıyla anlatılmakla birlikte artık o büyümüş insan da devrededir. Ancak çocukluğundaki anımsamaya giderken, çocukluğunun bakışı da öykünün içine girer.
Çocuklar, yine anne-kadın bağlantısı var burada… Çocuklar, anneye ya da anne rolündeki kadınlara çok bağlılar: beraber yatıyorlar, beraber uyuyorlar… kadınlarla çocuklar arasında ilginç bir ilişki var öykülerinizde…
Evet; ben bunun çok önem taşıdığını düşünüyorum. Bunu, sizin böyle dile getirmenizden de çok mutlu oldum. Anneler ve çocuklar arasındaki ilişki, çocuğun geleceğine yönelik ama belirleyen konumundadır aslında. Bizim toplumumuzda hâlâ bu doğrultuda, bütün yoksulluğuna rağmen böyle ir sevgi genelde var. Bu yüzden de bizim erkeklerimiz bir açıdan sevgi yorgunu… Bu öykülerde annelerin, yoksunluklarına karşın çocuklarına gösterdikleri sevgi, özellikle belirtilmeye vurgulanmaya çalışıldı. Bizim tek sermayemiz sevgidir. Toplumca… Bunun en önemli belirleyeni de anakadın Tanrıça figürüdür. Bu nedenle hem bizim böyle bir sevgiye sahip çıkmamız gerekiyor hem de bunun üreticisini, var edicisini de kollamamız gerekiyor.
Ve bu çocuklar, bu ilişkilerden öylesine etkileniyorlar ki, dönüp bize bu öyküleri anlatıyorlar…
Evet, doğru söylüyorsunuz… Tabii o zaman, öyküleri de öyle okumak gerekiyor.
Erkekler öykülerde ne durumda?
Erkekler hep bir yanları ile hüzünlere bulanmış kişilerdir. Küskün çocuklar gibi… Arkalarından bir kadın eli aşkla, sevgiyle dokunur ve bu enerjiyle ileri doğru giderler. Ama sonra durur, geçmişe döner ve özlem duymaya başlarlar. Erkekler, biraz özlem, biraz burkulma ile yaşıyorlar.
Duygularından ya da ilişkilerinden kaçan erkekler (mi?)…
Doğru ama bu öykülerdeki erkekler, gerçek hayattan yansıyanlar… Bana göre erkeklerin eksiklikleri ne ise öyküye yansıyan yanları da onlardır. Ben kadın kahramanlardan yana bir öykücüyüm ve Türk öykücülüğünün bu derecede başarılı olmasının ana nedeni de kadınların öykücülüğümüzde egemen olmasından kaynaklanıyor. Kadın yazarlar ve kadınların kattığı değerler olarak bakıyorum. Kadınlar çünkü, kadınlar soğukkanlı bakıyorlar öykülere… Sıcakkanlı bakan, duygusallığı vıcık vıcık olan erkekler…
Bu durumda kadın kahramanlar da öyküler içersinde çok önem taşıyor.
Evet çok önem taşıyor; akıllarıyla önem taşıyorlar… Yalnızca aşk ortaya çıktığında ve başka bir kadın devreye girdiğinde farklılaşıyorlar, ama bunun dışında duygusal olarak kendilerini yitiren hep erkeklerdir.
Öykülerdeki erkek kahramanlarınızdan ikisi de bir tiyatro sanatçısı…
Evet her iki öyküdeki, iki erkek kahraman da tiyatro sanatçısıdır, biri Karagözcü diğeri tiyatrocu… Bu iki ayrı örneği iki ayrı öyküde farklı yönleri ile almaya çalıştım. Birinde Karagözcü, diğerinde tiyatrocu yaparak aynı zamanda farklı öykü kahramanıyla, tiyatroya da bir selam göndermek istedim.
Öykülerinizde insan ilişkilerini ayrıntılı olarak kullanmışsınız. Diğer tüm öykülerde değişik parçaları ile varolan ilişkiler, Karagözcü dayının ve fıstık satan büyükbabanın öyküsünde bütün olarak kullanılmış gibi. Bu öyküde dikkat çeken bir başka nokta da çocuk cinselliği…
Bu öykü üzerinde çok da fazla durulmamış ama diğerlerine göre oldukça farklı bir öyküdür… Cinsel bağlamda erkeklik imgesini de sorgulayan bir öyküdür aynı zamanda… Erkeklerin (belki) saplantılarına yönelik, onları dürten, iğneleyen bir öykü… Bu yanıyla belki üzerinde durulmadı bilemiyorum ama orada gerek kadın gerekse erkek kimliğinde iğdiş edilme gibi bir yaklaşımı da ben üstü örtük bir biçimde gündeme almak istiyorum. Taciz edilmiş bir kadınla taciz edilmiş bir erkeğin aynı öykünün içerisinde kalarak, bu anlamda okurun belki sarsılmasını ve düşünmesini sağlamaya çalışan bir öykü…
(http://sanatlink.com/kitap/roportaj.asp; 28.08.2002)