SÜREYYA KÖLE; Genel Söyleşi

S.KÖLE: Sadık Aslankara denilince akıllardaki ilk yargı; istesin istemesin sürekli okumak durumunda olan birisi. Öyle mi gerçekten? Okumayla ilişkinizi merak ediyorum öncelikle. Günde kaç saat okursunuz? Bugün okuma eylemi sizin için ne ifade ediyor? Okurken hâlâ tat alabiliyor musunuz mesela?

SADIK ASLANKARA: Sorunuzu sondan alarak yanıtlayayım. Beni, cennetteymişim gibi mutlandıran en sevdiğim eylem okumak. Okurken huzur duyuyorum hep, kitabın niteliği ne olursa olsun. Yazmaksa cehennemde yana kavrula sürdürülen bir yolculuk âdeta. Bu nedenle eğer tiyatro, sinema, sergi ya da konser vb. etkinliklere gitmemişsem, herhangi belgeselimin çekiminde ya da kurgusunda değilsem, son olarak kendi öykü, roman, oyun dosyalarıma gömülmek üzere Bodrum’a veya başka yerlere kapanmamışsam kesinlikle okumalarımın başındayım demektir. Eğer evden dışarıya çıkmamı gerektiren bir durum yoksa bir günde on altı saate dek okuduğum oluyor. Tabii sabahın beşinde-altısında başladığımı düşünmelisiniz okumaya. Böyle yoğun günlerimde aynı kitapla sürdürmem okumayı. Zaten okuma yelpazemde en az on-on beş kitap bulunur sürekli. Son yıllardaki yoklamalarımdan hareketle yılın her günü için ortalama yüz sayfa dolayında öykü, roman okuduğum sonucuna vardım. Bu benim doğal okuma tartımım. Bir de okuma kapanmalarım var. Bu, bir konuya kapanma bağlamında çeşitli türlere yönelik olabildiği gibi, özellikle kendi yazın dünyamla ilgili seçtiğim yazarlarla çıktığım farklı yolculukların sürüklediği okumalar biçiminde de kendini gösterebiliyor. Sonuçta yazmadığım gün var belki, ama okumadığım tek Allah’ın günü yok diyebilirim…

S.KÖLE: Yüzlerce yayınevi ve yüzlerce yayınevinden çıkan binlerce kitap… Adınıza gönderilen kitabın azımsanmayacak sayıda olduğunu düşünüyorum. Sadık Aslankara bu kitapları ne yapar, nerede korur?

SADIK ASLANKARA: Bu sizin yakıştırmanız. Hiçbir yayınevi, evet hiçbir yayınevi süreğen biçimde kitaplarını ulaştırıyor değil bana. Yılda bana gönderilen kitap sayısı yüzü, yüz elliyi geçmiyor kesinlikle. Yıllardır böyle. Bunları ulaştıranlar ise daha çok yazarlar, bir de kendilerine yer edinmeye çalışan yeni yayınevleri. O anlı şanlı bankaların ya da medya kuruluşlarının desteğinde kitap çıkaran veya işi salt kitap çıkarmak olan güçlü yayınevleri, ancak ben istersem gönderiyor kitaplarını. Aralıklarla istediğim olmuyor değil, ama ben niye kitap isteyeyim yayınevlerinden, bu, insanı üzmez mi? Kaldı ki Cumhuriyet bana her ay belirli bir telif yatırırken? Öyleyse niye kendimi kitap için boynunu büken biri konumuna düşüreyim diye düşünüyorum, gidiyorum kitapçıma, bastırıyorum parasını, satın alıyorum. Bu iyi bir yol, böylece bağımsız bir kalem olarak varlığımı koruyor, tüm yayınevleri karşısında başım dik duruyorum. Bir kalemim var, sonuçta özgürüm, hiç kimse, ama hiç kimse getirip bir fatura koyamıyor masama.

Yine de bu serzenişim dışında, banyosundan mutfağına, her yana yayılmış çok geniş bir kütüphane-evde çalıştığımı düşünebilirsiniz. Bir de Denizli’de, yıllardır kapısını açmadığım zengin bir kitaplığım bulunduğunu ekleyeyim buna. Sayısı artık birkaç on bini bulduğunu sandığım bu arşiv için önümüzdeki yıllarda farklı çözümler üretebilmek üzere kolları şimdiden sıvadığımı söyleyebilirim size. Bunu zaman gösterecek elbette, o zaman geldiğinde genel açıklamalar da yapacağım belki.

S.KÖLE: Ve bu kadar kitabın -çalışmasının üzerine yazılmasını bekleyen- yüzlerce yazarı… Ki bu yazarların bir kısmıyla tanışıyor olduğunuzu düşününce… Bu noktada üzerinizde oluşan baskıyı ve durum bu ise, bunu aşma çabanızı konuşalım isterim.

SADIK ASLANKARA: Arkadaşlık ilişkilerim dışında hiçbir yazara, bir yazar olarak borçlu değilim; olsa olsa yazarlar bana borçluluk duyabilir. Çünkü başka yazarlar için, onların verimleri için emek vermek, beni aynı zamanda tam anlamıyla yazın işçisi yapıyor. Şu da var; herhangi yazar, kendi kitaplarıyla ilgili çalışırken de aslında o dilin yazınsal üretimine dönük emek verir sonuçta, o da yazınımızın bir emekçisi sayılır elbette. Benim farkım, kendi verimlerimin yanısıra yaşamımdan çok önemli bir zaman dilimini başkalarına ayırıyor oluşum, bunun için de herhangi karşılık beklemeyişim. Ancak ben emeğine yabancılaşmış biri de değilim kesinlikle. Bu yüzden hiç kimse benim öykümü, romanımı, oyunumu, belgeselimi beğenmek zorunda değil, buna yönelik tek söz etmem; ama bir yazın emekçisi olarak karşıma geçip kendini de orada sözümona bir sırça köşke yerleştirerek ahkâm kesmeye kalkıyor, edepli davranmaktan enikonu uzaklaşıyorsa, işte o zaman başka bir durum doğar…

İneğin bile sütü sağılırken tatlı söz söylenir hayvana. Birkaç kez dile getirmiştim yazılarımda; Fethi Naci, “Yazarlar yalnızca kendilerinin ilgi beklediklerini sanırlar” demişti yıllar önce. Demek ki eleştirmenlerin de çalışmaları sırasında heyecan duyabilmeleri için bu türden yüreklendirmeler kesinlikle gerekiyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?

S.KÖLE: Sanırım bir başka baskı türü de; üzerine yazdığınız ürünlerin birer edebiyat eseri olmasından çok, belki de öncelikle, alınıp satılabilir bir değere sahip olması… Karışınızda o kitabın ortaya çıkması için para harcamış ve para harcadığı o işten kazanç elde etmeyi hedeflemiş farklı ölçekte yayınevleri varken o ürün üzerine sizin kaleminizden dökülenler… Bu gerçek size kendisini dayatıyor mu?

SADIK ASLANKARA: İyi iş için para gerekiyor; ister tiyatro yapın ister belgesel çekin ister kitap çıkarın paranız yoksa eğer, bunlarda olumlu bir düzeye varamıyorsunuz bir türlü. Yayınevleri de artık bu kurala dayalı olarak iş yapıyor görebildiğimce. Yazın üzerine yapılan eleştiri, inceleme, deneme vb. ise, yapıtların yazınsal değerine dönük kaynakça oluşturuyor bir bakıma, ama bunun kitlelerle buluşması için herhangi katkı sağlıyor değil yine de. Yayınevi duyuru, ilan, tanıtım, bu çerçevede geniş tasarımlar, uzgörüler eşliğinde çok büyük kampanyalarla sunabiliyor kitaplarını. Oysa kitap üzerine verimlenen eleştirel yazılar bunların çok dışında…

Siz, kitap üzerine yazılmış herhangi yazıdan kalkarak bir kitabı satın alıyor olabilirsiniz, sizin gibi birkaç kişi daha çıkabilir, ama bu kadar. Geniş kitleler ise kitap üzerine yapılmış eleştirinin, incelemenin etkisinde kaldığı için değil, kampanyalarla bombardımanların etkisi altında kalarak satın alıyor kitabı. Bunu satın almak, sonuçta bir markayla buluşmak, bir duygu ortaklığı yaşamak türünde büyük mutluluğa yol açıyor kişide. Sonuçta ise yayınevlerinin tümü kitapların satılması denen bir tecimsel uğraşla ilgileniyor yazınsal bağlamda ürettiği değerle, okunmasıyla ya da şununla, bununla değil…

S.KÖLE: Eleştiri ve kitap tanıtımı… Bu iki kavramı konuşalım isterim. Ölçüsü nedir bu işin? Edebi bir ürün üzerine kaleme alınmış bir yazı hangi özelliklere sahipse bu iki kavramdan biri olarak değerlendirilmelidir? Öncesinde bilmiyorum, böyle bir ayrımı ne kadar doğru buluyorsunuz…

SADIK ASLANKARA: Kitap tanıtma yazıları, arka kapaklardaki yazılardan kalkılarak da kaleme alınabilir. Nitekim zaman zaman gönderdikleri kitaplardan biliyorum, yayınevleri, bu kitapların yanına görsel gereçlerle birlikte bir iki sayfalık “basın bülteni” de ekliyor. Atın altına imzanızı, olsun size bir kitap tanıtma yazısı. Diyeceğim kitap tanıtma yazısının bir kitabın yayınını duyurma özelliği ötesinde nitelik taşıdığı düşünülmemeli. Oysa eleştiri yazıları, söz konusu kitaba, onun estetik değerine eklemlenmiş, artık bütün zamanlar boyunca onunla birlikte soluk alıp vermeyi sürdürecek nitelikte yazınsal değer taşır. Bu nedenle böylesi yazılar için ben, “yazınsal (edebi) eleştiri” demeyi yeğliyorum. Böylesi yazılar, okunurken de bambaşka bir estetik hazla kitap da yeni yeni alılmamalarla genişletilebilir doğal olarak. Oysa bir de yazınbilimsel açıdan yapılan “yazın (edebiyat) eleştirisi” türünde yazılar var, bunlar, yazın sanatının birer değişkesi gibi alınamaz. Yazınbilimcinin amacı yazınsal açıdan değer taşıyan yazı üretmek değildir çünkü. Bu, eleştirmen ya da denemeci için geçerlidir. Kitap tanıtma yazıları da birer gazetecilik işidir herhalde olsa olsa…

S.KÖLE: Fethi Naci’nin eleştirmenliği neredeyse şehir efsanesine dönüşmüş durumda. Bugün Fethi Naci’ninki gibi bir eleştirmenlik mümkün mü? Fethi Naci’yi Fethi Naci yapan değerleri ve döneminin koşullarını konuşalım isterim. Elbette adını anmak istediğiniz başka eleştirmenler var ise onlar hakkındaki fikirlerinizi öğrenmekten de mutluluk duyarız.

SADIK ASLANKARA: Yazınımız tüm zamanları içinde dönüştürücü, yol açıcı, iki büyük kılavuz eleştirmen tanıdık; Nurullah Ataç, Fethi Naci. Ötekileri küçümsediğim ya da işlevsiz gördüğüm anlamı da çıkmamalı bundan. Ne Sabahattin Eyuboğlu, Vedat Günyol ne Asım Bezirci, ötekiler hak eder bunu. Ancak Ataç’ın, Fethi Naci’nin, her birini birer okul olarak kabul edebiliriz. Bu iki büyük eleştirmenin en önemli özelliği bana göre, kendi dünya görüşüyle uyuşup uyuşmadığına aldırmaksızın yapıtların yazınsal açıdan saltık anlamda değer taşıyıp taşımadığına bakmalarında yatıyor diyebilirim. Artık günümüzde böyle bir eleştirmenlik yapmayı sürdürebilmek olanaklı değil. Çünkü insanlar, fatura ödemeyi göze alarak kahramanlık yapmaya yanaşmıyor. Şimdilik kahramanlık çağı sona ermiş görünüyor. Ama yitmiş olduğundan söz etmiyorum, o ayrı. Demek ki eleştirmenlikle kahramanlık arasında bir bağ kurmak zorunlu bu anlamda. Bu yüzden hiç kimse kusura bakmasın, nicedir orta malı, kullanmalık, tüketilebilir nitelikte bir eleştirel yazı kaleme alma yaklaşımı sergiliyor yazarlarımız. Ne ki bu durum, yazıların yazınsal değerini küçültüyor değil yine de. Ama bütün zamanlarda, söz konusu yapıta eklemlenebilecek nitelikte dönüştürücü yazılar olarak değer taşıyor değil, söylemek istediğim bu.

S.KÖLE: Her edebi tür üzerine yazanlar var bir de… Bu durumu da konuşalım isterim. Öykü, roman, şiir fark etmiyor sanki onlar için. Bu kadar tür hakkında söz sahibi olmak ne derece doğru? Bu noktada bir uzmanlık alanı oluşturmak gerekmez mi, ne dersiniz?

SADIK ASLANKARA: Tanıtma yazılarını konu etmiyorsanız eğer işini bilen insan için bunun ne sakıncası olabilir, doğrusu anlayamadım… Fethi Naci şiir üzerine de düşüncelerini paylaştı bizimle, çok da iyi oldu. Keşke H.Mehmet Doğan da roman üzerine yazılar kaleme alabilseydi. Sözgelimi Nedim Gürsel’in Nâzım Hikmet şiiri üzerine bir incelemesi var, şaşarak, hayranlıkla okumuşumdur bu kitabı… Diyeceğim, her yazar kendi bacağından asılır. İmzaladığımız her yazı, bizim ölüm terekemizdir aslında Bir yazar, her alana uzanabilir, ama ileride bunların hiçbirinde adı anılmayabilir, bu başka. Çok yönlü yazarlar olarak Melih Cevdet Anday’ı, Sabahattin Kudret Aksal’ı, Cemal Süreya’yı vb. getirelim gözümüzün önüne, kötü mü yapmışlardır bu yazarlarımız? Günümüzde Tahsin Yücel’in, Ferit Edgü’nun tutumu da bu yönde örneklenebilir. Ben kendimi biraz da bu okula bağlı bir yazar olarak alma eğilimindeyim. Bunun için öykü, roman, oyun olsun, deneme, eleştiri, kuram olsun hemen her alana uzanırım. Kendime güvenmesem, bu alanlarda enikonu bir birikimim olduğunu düşünmesem niye kalem oynatmaya girişeyim? Bu ne maymun iştahlılık ne de oburluk olarak alınabilir. Başkasına düşen iş, bunun dedikodusunu yapmak değil, gerekçeler döşeyerek, kanıtlar öne sürerek “karşı” yazılar kaleme almak olmalı derim… O halde bırakalım eleştirmen olarak kalem oynatan yazarlarımız istedikleri türlere eğilip yazı verimlesin, zaman hepsinin de değerini ayrı ayrı verecektir çünkü. Bunun kime ne zararı dokunabilir ki?…

S.KÖLE: Bunca yoğunluğun içinde aynı zamanda bir öykücü ve romancı olmak, belgesel filmler çekmek… Siz de başlı başına yazıyor ve üretiyorken, başkalarının kitaplarını okumayı kimi zaman yaşamınızdan çalınan saatler olarak gördüğünüz oluyor mu? Eleştirmen Sadık Aslankara ile yazar ve belgesel sinemacı Sadık Aslankara’nın çatışma yaşayıp yaşamadığını merak ediyorum.

SADIK ASLANKARA: Yukarıda kitap okumaktan nasıl büyük tat aldığımı söylemiştim. Başkalarının öyküleri, romanları üzerine çalışırken bu işin, kendi verimlerimde beni daha disiplinli hale getirdiğini söyleyebilirim rahatlıkla. Kaldı ki sevmeseydim yapamazdım bu işi herhalde. Kimse beni buna zorlamıyor, öyle değil mi? Bu nedenle bir çelişki yaşamıyorum. Kitaplar üzerine çalışırken bunları geçiştirmek gibi ucuz bir tutum içine girmiyorum hiçbir zaman. Diyeceğim, kendi payıma öyküme, romanıma, oyunuma, belgeselime nasıl çalışıyorsam başkalarının ürettiği, verimlediği ürünlere de böylesi içtenlikli bir tutumla yaklaşıyorum. Ancak şunu da eklemem gerekir herhalde; ben yazılarımın tamı tamına yazınsal eleştiriye karşılık geldiği kanısı taşımıyorum yine de. Elbette kimi yazılarım eleştiri türünün birebir örneği olarak alınabilir pekâlâ, ama bütün yazılarıma, bir eleştirmenin kaleminden çıkmış yazılar gözüyle bakılmasını doğru bulmuyorum kendi payıma.

Tabii benim de yazmayı sürdürdüğüm veya tasarladığım pek çok öykü, roman, oyun var, çekimlerini sürdürdüğüm, tasarladığım belgesellerim var… Bunlar benim hep birer aşk olarak yaşadığım yaratı dünyamın gizleri. Bunlara çok daha fazla zaman ayırmak istiyorum, ama bu mümkün olamıyorsa ne yapacağım? Haldun Taner söylemişti tam da böylesi bir çelişkili durumu için yazarın: “Ben bunları yazmazsam, dünya yıkılmaz ya?”

S.KÖLE: Sizin de kitaplarınız çıkıyor, sizin kitaplarınız için de birilerinin bir şey demesi, yazması gerekiyor. Bu noktada durum nedir? Oturup kendi kendinizi yazamayacağınıza göre… Beklentilerinize karşılık bulabiliyor musunuz? Öncelikle böyle bir beklenti oluşuyor mu diye sormalıyım belki de?

SADIK ASLANKARA: Hah işte, zurnanın zırt dediği yer burası. Ben, yüzlerce yazar için emek verirken, bunların çok büyük bölümünün kılı bile kıpırdamıyor. Bu ayıp da söz konusu yazarlara yetiyor… M.Sadık Aslankara’nın öykülerini, romanlarını, oyunlarını, belgesellerini beğenmiyor olabilirsiniz, bunu yazın, bu da yok… Daha çok bir kağşamış hoca sessizliğiyle geçiştiriyorlar benim kitaplarımı, ne diyeyim, canları sağ olsun… Ben onların kitaplarını okuyup bunlardan yararlanma akıllılığı gösteriyorum ama, onlar benim kitaplarımdan yararlanırlarsa bir yanları aksarmış gibi davranıyorlar neredeyse zavallı bir aptallık örneği sergileyerek. Oysa okumalarımız bizi yapar, her yazı kendimizi yeniden yeniden yapmamızın önünü açar, bizi yıkan, azaltıp eksilten yok eden yazmalarımızdır aslında. Yıllar önce, ünlü bir öykücümüz, kendi kitapları üzerine yazmadığım için benim kitaplarımı okumama kararı aldığını söylemişti. Bunun ona bir yararı oldu mu peki? Oysa ben, yalnız onun değil, herkesin öyküsünü okuyorum, bunun da yararını görüyorum… Nitekim andığım yazarın öyküleri üzerine de yazdım daha sonra, ama onun benim öykülerimi yine de okumadığından adım gibi eminim. Eleştirmenlik için kahramanlık çağının bittiğini söylemiştim, yazarlık için de erdem çağı bitti. Ne diyebilirim daha başka?

S.KÖLE: Son olarak Türk Edebiyatını genel olarak değerlendirelim isterim. Edebiyat olarak dünya ölçeğinde neredeyiz? Yeni romancılar ve öykücüler yetişiyor, diyebilir miyiz? Bu yöndeki gözlemlerinizi öğrenmek isterim.

SADIK ASLANKARA: Türk edebiyatı ya da Türkçe edebiyat, cumhuriyet tarihi boyunca iki önemli dönüştürüm geçirdi. İlki 1950’ydi, bu yazınımıza bütün bütüne olumlu yansıdı, ikincisi ise 1980’di; bu ikinci dönüşüm kimi yazın-sanat çevrelerini yıktı ama çok az da olsa seçme, süzülmüş bir yazar grubu bundan kendine dönük olumlu paylar alarak kendi külleri üzerinde yeniden kendini yaratma şansı yakaladı diyebilirim. Yukarıdaki iki dönüştürüm dönemeci yalnız yazınımızda değil, üstelik tüm sanat ortamlarımızda kendi depremlerini yaşadı diyebilirim.

Bu çerçevede önce biz kendi yazınımızın değerini kendimiz vermek zorundayız, bu yüzden böyle bir girişi yeğledim. Demek ki bizim yazınımız, sanat ortamlarımız alabildiğine canlı. Doksan yıl içinde iki büyük dönüşüm, bunun yanısıra bunların arasına dağılmış sayıları belki bir düzineye ulaşan irili ufaklı yazınsal okul eylemliliği bu anlamda büyük bir erkeye sahip olduğumuzun göstergesi.

Yazınımız bu dinamik havasıyla dünya yazını arasında seçkin bir yere sahip bana göre. Başta şiir, öykü olmak üzere dünya halklarının mutlaka yararlanması gereken bir büyük yazınsal güce sahibiz. Roman daha zayıf. Oyun çok daha zayıf bu örnekler arasında.

Ne yazık ki dünya bizi yeterince tanımıyor. Biz onların yetmiş iki dilinden çevirilerle dilimize kazandırılmış verimlerinden yararlanma, bunların tadına bakma akıllılığı gösteriyoruz ama onlar Türklerin suya baktığı gibi bakıyorlar edebiyatımıza. Ne diyeyim, bu da onların aptallığı…

S.KÖLE: Zaman ayırıp sorularımı yanıtladığınız için çok teşekkür ediyorum.

SADIK ASLANKARA: Ben de size teşekkür ediyorum, şimdiye dek yöneltilmesi düşünülmemiş sorularınız, ayrıca incelikli tutumunuz için…