Taşranın Panzehiri Olarak Sanat

            TAŞRANIN PANZEHİRİ OLARAK SANAT

            M.Sadık Aslankara

Taşra, bir ürkütücü yalnızlıktır, ama hemen ekleyeyim: oraya ilk vardığınızda, yani başlangıçta.

Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli, Erhan Bener’in Yalnızlar adlı romanları, bu ürkütücü yalnızlığa özgülenmiş anıt kitaplar olarak alınabilir… Benim Sığınak adlı romanımın da taşra yalnızlığına özgülenen kitaplar arasında anılabileceğini sanıyorum.

Gerek kendisi olarak taşra, gerekse taşra dokusuna karşı ihtilal yapmaya kalkışmak ya da isyan çıkarmak öteden beri ilgilendirdi beni. Taşralılığı kırmanın biricik yolu toplu kalkışma çünkü bana göre. Bunun ölçütü de kentlilik kuşkusuz, “kentlilik bilinci” yaratmak! Bunu yapabilmek böylesi karşı çıkışla, yani taşralılığı yıkıp kentliliği kurmakla olası ancak!

Hep göregeldim: adı kent olan bir uzamda oturmak, kent yerleşiği görünmek, kendini sözümona kentli aileden geliyor saymak, kentli olmaya yetmiyor hiçbir zaman! Birey kentli olacaksa, kente çentik atmak, orada derin iz bırakmak zorunda!

“Ekin” dediğimiz kültür de bu işte; ekip biçmek! O coğrafyada, kent toprağında yani, kentli ekip kentlilik biçmek! Yalnız ekin mi, uygarlık da bu! Hangi anlamda alınmalı peki bu? Kentli ekmek, kentlilik biçmekten neyi anlamalıyız?

Taşra, kendi içine dönmüş teksesli bir sayrılıktır. Teksesli olduğu için sayrıdır zaten o. Taşra, dışına taşarak çoksesli hale geldi mi sayrılığı da sona erer. Öyleyse taşra, taşra olduğu için değil, teksesli olduğu için sayrıdır. Kimi büyük kentler ise, AIDS’li, hepatit B’li olup da bunu bilmeyen biri gibidir. Sağlıklı olduğunu düşünür, ama sayrıdır.

Çoksesliliğe ulaşmamış kent, kent değildir, kişi de kentli değildir, sonuçta birey değildir! Hani birey diyoruz ya, bu da kentli anlamına geliyor zaten. Bu bağlamda taşralıya birey denmez, tekseslilik sayrılığıyla boğuşan biri henüz bireyleşememiş demektir!

Taşralılığı, o ürkütücü yalnızlığından yani kendi içine kıvrık duran teksesliliğinden kurtaracak güç de kendi içindedir ama. Taşra, kendi içinden kalkarak bunu aşabilir, dışarıdan katkıyla taşranın taşralılığı kırılamaz. Hoş bizde Anadolu’nun her yakasına yayılmış üniversiteler, bir ölçüde taşralılığı kıran bir doku nakli biçiminde alınıyor biraz da. Ne ki, burada genç insanların, doğası gereği taşıdığı kanla da ilintilendirmek gerekiyor bunu. Ötesinde delikanlılık da adı üzerinde bir ölçüde tekseslilik olarak alınabilir.

Taşra, kendi içinden vurulur, kim vurur peki, içindeki gözü pek avcılar, yaşadıkları coğrafyayı kent yapmaya kalkışan, yani tam anlamıyla “kalkışmış” insanlar. Onlar bu yolla hem kendilerini hem de kentlerini değiştirirler!

Taşraya karşı bu kalkışmanın örgütlenmesi, sivil kuruluşlarıyla olur. Bu da yine kentli kuruluşlar anlamına gelir, kalkışma birimleridir bunlar taşranın… Varsayın yaşam hücreleri!

Kent tiyatroları işte tam bu anlamda devreye girer, taşrada, taşralılığı yıkacak en önemli sivil örgütlenme kent tiyatrosu olgusudur! Devletin vazetme, atama yöntemiyle oluşturduğu, Muhsin Ertuğrul’dan bu yana kavram üzerinde düşünülmeksizin “bölge tiyatrosu” adı altında önerilegelen devlet tiyatroları birimleri, tıpkı üniversiteler gibi, kendi içinden değil de, dışından yaptırımla gelen kuruluşlar olduğundan, kent tiyatrolarının tek başlarına yarattıkları ekini, onlar çok başlarına taşrada yaratamazlar bir türlü!

Çünkü kent tiyatroları, önce bu örgütlenmeye katılmış taşralıları, çoksesli hale getirir. Evet, tiyatroya katılan herkes ilk iş kendini değiştirir, çoksesli hale gelir; oysa üniversiteye giren, devlet tiyatrosuna “kadrolanan” herkes bu değişimi görece yaşamaya girer. Kuşkusuz bu tiyatronun gücüdür, ama bir o kadar da bir kalkışma biriminin kendi iç gücüdür de bu!

Yıllardır kent tiyatroları üzerinde durmam, bu konuda yazılar yazmam hep bundan kaynaklanıyor işte! Bu yüzden taşranın yangında kurtarılacak ilk kurumu, yapısı tiyatrosudur bana göre.

Bu da kavga vererek gerçekleştirilir. Gabriel García Márquez, Kolera Günlerinde Aşk‘ın bir yerinde, “Bu taşra yapmacıklığı cennetinin en ağır basan özelliği bilinmeyene duyulan korkuydu,” der. (Can, dördüncü basım, 1985, 239)

Kent tiyatrosu, taşrada bilinmeyeni bilinir kılar, teksesliliği çoksesliliğe taşır.

Kent tiyatrosunu yapan gençler, yalnız kendileri için kavga vermez, kentleri için de kavga verir! Bu kavgayı verdiğinizde, hiç değilse başlangıç yaparak kavgaya giriştiğinizde o ürkütücü yalnızlığın gide gide dağıldığını, bu arada taşranın da kentleşmeye koyulduğunu gözleyebilirsiniz!

Evet, taşra bitmiştir artık, kenttesinizdir!

Umarım, kentlerde yaşadıklarını sananlar da günün birinde aynaya bakarlar da gerçeğin ayırdına varırlar, kendi taşralarının, taşralılıklarının bilincine vararak konu üzerinde düşünmeye çabalarlar…

Kent, hak edilmeyi gerektiriyor. Taşrada kentlilik kavgası verenler, kentliliği hak ediyorlar bu nedenle.

Özellikle 1980’den sonra taşrada yükselişe geçen kentlilik, taşradaki bu kahramanların omuzları üzerinde yükseliyor işte! Kent uzamındaki taşralı çoğunluk olup bitenleri seyrederken üstelik…