tiyatrodergisi.com.tr için yazılmıştır. M.Sadık Aslankara
Hem edebiyatı, tiyatroyu birbiri içinde yoğuracaksınız, hem de bunların arasına, insanı ta yüreğinden kıskıvrak yakalayıp bağlayan tutkuları, buna temel oluşturan güdüleri harmanlayacaksınız. Üstelik bunu sahne üstü gerçeklik olarak tiyatral büyüyle sarmalanmış halde seyirciye sunacaksınız.
İster istemez insanın içindeki “öteki” oluyor bu habis kişilik. Bunu, yine kendi içindeki “oyuncu insan”la (“homo ludens”) anlatmaya girişmek, bir bakıma Freud’u da enikonu sahneye çağırmak gibi bir şey bana kalırsa. Doğrusu Shakespeare oyunları da bir bakıma Freud’un beslendiği uçsuz bucaksız çayırlar arasında değil midir zaten? Sonra oyunsulukların, oyun içinde oyunların doludizgin koşuşturduğu bir evren…
İşte şu kısacık girişle özetlediğim, sıkı dokulu, yoğun örgülü, içkin ilmekli kasırga benzeri ortalığı allak bullak edici bu tür duygular karmaşasını, sanatın kendisiyle birlikte veren bir oyunla karşı karşıyayız: Kürklü Venüs.
David Ives’in yazdığı, Şafak Özen’in çevirip dramaturgisini yaptığı Ersin Umut Güler’in yönettiği Kürklü Venüs, iç kazılara yönelirken insanı yerine mıhlayan bir oyun olup çıkıyor bu yanlarıyla.
Kürkün İçinde ya da Dışında Olmak…
İnsan, kendi Mephistopheles’ini içinde taşıyan varlık olarak hem buna soğukkanlı bakabilen, sonuçta doğası gereği bu olgunun yer yer nesnesi, yer yer öznesi konumu yansıtabilen bir varlık. Bilimle sanat da zaten onun bu yapıp etmelerinin bir yansıtımı özetle.
Karakterin kendi güncelindeki bir romanı oyunlaştırması, bunu sahnelemeye yönelik kadın oyuncu arayışı kurgu eşliğinde giderek kendini arayışa dönüşürken sınav için gelen kadın oyuncu adayıyla toplu bir sorgulamayı da peşinden sürüklüyor oyun.
Mephisto, âdeta somutlaşıp karşımıza çıkmıştır kadın oyuncu adayıyla. Bu, seyirci olarak bizim de sorgucumuzdur. Aynı ipte onunla oynamak nasıl bir sonuca evrilecektir? Kadın, erkek, iki oyuncu bizi de içine alacağı bu kurguya katılmamız, oyun içinde oyun, oyunlar zincirlemesine tutunmamız için kışkırtır bir bakıma. Böylelikle kendini de sorgulayan özneler olarak kendi içimizde yolculuklara çıkmaya hazırlanırız aynı zamanda.
Sonuçta biz, sanatsal etkinliklerde sıklıkla vurgulandığı üzere tıpkı Gogol’ün “Palto” öyküsünden mülhem, onun içinde ya da dışında bulunmak olgusundan bir türlü kendimizi kurtaramayız. O halde Kürklü Venüs”ü izlerken de kimileyin içinde veya dışında bulunsak bile sonuçta içindeyken dışarıdan, dışındayken de içeriden bakabileceğiz demektir kendimize. Hele bu, oyunsu süreçlerle ilerliyorsa…
Oyunun mıhlayıcı yanını tam da bu noktada görmek gerekiyor işte.
Gerçekliği Oyun İçinde Oyun Kurgusuyla Yapılandırmak…
Kürklü Venüs’ün bir başarılı yanı hem içimize hem dışımıza bakabilmenin önünü açmasıysa öteki başarılı yanı bunu kurgulamakta sürekli oyun içinde oyun tekniğine yaslanmış hâlde yol alması. Böylece ucu açık bir serüven duygusu içe sızarken pürdikkat oyuna kilitleniyor seyirci. İlgi de sonuna dek ayakta kalıyor.
“Oyun”, doğanın canlı cansız tüm varlıklara sunduğu bir armağan ya da şu dünyadaki temel yaşam yongalarından biri. Nitekim güdülerin de buna dayalı bir oyunculukla, kıvraklıkla ayağa kalkıp koştuğu göz ardı edilebilir mi? Bu kez insanın aklını başından uçuran derin tutkular katılıyor, kadın oyuncu adayının sınavına. Deyiş yerindeyse bu tutkular da sınava giriyor bizimle.
Sonuçta romandan uyarladığı oyun metninin yazarı-yönetmeni genç adamın, birlikte oynayacağı kadın arayışında karşısına çıkan adayla yaptığı sınav, giderek onu da sınava alacaktır. Bu tehlikeli sınav her ikisini de beklemedikleri sürprizlerle karşılaştırır kuşkusuz. Ancak giriştikleri karşılıklı yoklama, hadi çekişme diyelim, onları belki hiç akıllarına gelmeyecek bir yerlere savurur ama, silkelenmelerini sağlar yine de bu. Tabii seyirci için de geçerlidir bu gerçeklik.
Buzda kayarcasına sürdürülen yarışma, sahne üzerinde görsel-işitsel etmenlerle âdeta havai fişek gibi patlarken, etrafa saçılan düşünce konfetileriyle oyunun daha da yoğunlaşıp zenginleştiği söylenebilir.
Roland Topor’dan Mine G.Kırıkkanat çevirisiyle yine Yolcu Tiyatro yapımı Joko’nun Doğum Günü’nde rejisini izlediğim Ersin Umut Güler’i, dikkat çekici sahne eyleminde, Kürklü Venüs’te ikinci kez görmüş oldum.
Önde seyirciyi avcuna alan iki oyuncuda Pervin Bağdat’la Ersin Umut Güler, bu çarpıcı sahne plastiğini yaratan büyücüler olarak çalışırken bu somutlamayı sağlayan bir kadroyu da anmak zorundayız.
Bu çerçevede dekor-ışık tasarımında Cem Yılmazer, kostüm tasarımında Özlem Kaya, ses-efekt tasarımıyla müzikte Tufan Dağtekin adları unutulmamalı. Ama bütünsellik taşıyan bu plastiğin somut göstereni olarak iki oyuncu üzerinde özellikle durmak gereği duyuyorum kendi payıma.
Başarılı Bir Genç Topluluk; Yolcu Tiyatro…
Pervin Bağdat… Kıpır kıpır, delişmen kadın oyuncu adayında çok yüksek bir gerçektenlik duygusuyla yansılıyor karakteri. Anlık değişimleri, içinden kasırga gibi kısrakların uçuştuğu sıçramalı zihinsel akışı, cinlikleri büyük dengeyle, akıllı bir coşkuyla veriyor. Her ânın hakkını vererek sergilenen bu oyunculuğu kuşku yok ki çok daha ileriye taşıyacak görünüyor Pervin Bağdat’ı.
Ersin Umut Güler… Soğukkanlı yüzünde, her adımıyla biraz daha açmaza girerken yaşadığı düş kırıklığıyla tedirginliği çok yerinde bir oyunculukla yansıtıyor yazar-yönetmende. Giderek bütün bu frenleme eylemi onu tutamayacak, sonuçta bu soğukkanlılık parça parça dağılacak, karakter kendi cehennemine doğru bir çöküş yaşamaktan kurtaramayacaktır kendisini.
İşte size mutlaka izlemeniz gereken bir yeni oyun daha: Kürklü Venüs.