tiyatrodergisi.com.tr için yazılmıştır. M.Sadık Aslankara
Hani Orhan Pamuk, Kara Kitap’ta İstanbul’u aktarır ya, şaşırtıcı bir dönüştürümdür bu; İstanbul, âdeta “köstebek yuvası bir kent”tir romanda.
E, haklı yazar, o yıllar törensel salon çağıydı hâlâ. Oysa bugün böyle bir roman yazılmaya kalkılsa, evet köstebekliği sürüyor olabilir ama bunun yanında kent, tiyatro militanlarının âdeta yeraltına inip tiyatro mayınlarıyla buraları şenlendirdiği bir konumdan söz edilmiyorsa eksik yansıtılıyor demektir.
İşte son olarak Gri Sahne’nin Kumbaracı Sokak’ta açtığı salonla, Kumbaracı 50’nin ardından İstiklal Caddesinden Tophane’ye tam bir tiyatro ağı oluştu bir çırpıda. Altıdan Sonra Tiyatro topluluğuyla Gri Sahne el ele verip bu köstebek kentin altını üstüne getirdiler yaptıkları tiyatroyla.
Cahit Külebi’nin ünlü şiirindeki, “İzmir’in denizi kız, kızı deniz / Sokakları hem kız hem deniz kokar.” dizesinin bir benzerini kurmak olanaklı bu nedenle: İstanbul’un sokakları, hem sahne hem oyuncu…
Evet, İstanbul, aynı sokak üzerinde yeni bir sahneye daha kavuşmuş durumda ama acaba kent ne durumda, kentliler ayırdında mı bunun? Oysa kentin gizli enerji merkezleri burası, enerji üreten birer yeraltı türbini; bu nedenle herkesin sahiplenmesi gereken bir “kent beyin merkezi” aynı zamanda.
Şimdi Gri’ye daha yakından bakarak tiyatromuzun encamı üzerine ileri geri düşünce gevişleri getirmeye girişelim gelin.
Gençlerin Omuzlarında Taşınan Tiyatromuz…
Gri Sahne’ye ya da öteki genç topluluklara baktığımızda, aralarında hem çok büyük hem yaygın sanatsal rekabet olsa da tiyatro sanatına dönük giderek artıp yoğunlaşan işbirliği çerçevesinde, bu genç tiyatrocu ordusunun cansiperane neferleri arasında yine de bir dayanışma görmemek olanaksız.
Gerçekten de özellikle 1990’lardan bu yana yakından izlediğim öykücülüğümüzde, tiyatromuzla, sinemamızda büyük değişimler yaşandı. Neredeyse bir kuşaklık gencin yaşamına karşılık gelecek ölçüde genişleyen bir yeni yapılanma, yakından izlediklerimin yanında sanatın öteki alanlarına da domino etkisiyle yayılmış oldu.
Nitekim özellikle son on beş yıldan bu yana Tiyatro… Tiyatro… dergisindeki yazılarımda tiyatromuzun yeni bir altın çağın eşiğine geldiğini, ötesinde eşikten geçip peşi sıra bu koygun altın çağı beraberinde sürüklediğini yazdım hep.
İşte Gri Sahne’yle tiyatromuzda yeni bir türbin daha kurulmuş oldu böylece.
Gri Sahne; Bir Estetik Dikleniş…
Topluluk, kendilerini tanıttıkları metnin satırlarında, tiyatromuzdaki yerlerini belirleme anlamında, ilk perde açtıklarından bu yana geçen altı yıl boyunca gerçekleştirdikleri etkinlikleri sıralarken önemli verilerle buluşturuyor bizi. Sıralayayım…
Oyun dağarları, topluluğun tiyatro yapma kavrayışını, bunu somutlama yaklaşımını çok açık biçimde ele veriyor. Gri, bir yanda Shakespeare’den Wilde’a, Sartre’dan Beckett’e, Pinter’a dünya tiyatrosundan, öte yandan Melih Cevdet’ten Adalet Ağaoğlu’ya bizden klasiklerle göğsünü gererek sahne alıyor.
Bununla yetinmeyip dıştan ve bizden görece genç yazarlarla buluşturuyor seyirciyi: Will Eno, Funda Özşener, Okan Özkunt.
Salt bu oyun dağarı bile adlar listesi bağlamında alkışlanmaya değer.
Bunların ardından İstanbul’a yeni bir sahne kazandırmış topluluk olduğunu da ekleyin bu sözlerin üzerine. Öyleyse alkışlamamak gibi bir lüksünüz olamaz bu genç topluluğu. Ama ben yazık ki ilk kez izliyorum Gri’yi.
Herold Pinter’ın yazdığı, Mehmet Zeki Giritli’nin Türkçesiyle Seda Yüz’ün yönettiği Kapıcı adlı oyuna girmeden yine de bu bilgileri paylaşmak gerekiyordu ama. Şimdi bu mevsim sergiledikleri oyuna bakabiliriz artık…
“Kapıcı”yla Karşımıza Çıkan…
Oyunu baştan sona kat eden üç karakteriyle Herold Pinter, sahnede âdeta bir şeytan üçgeni kuruyor denebilir. Bu şeytan üçgeni, “Ne diyor bu adamlar?” sorusunun çengelinde salınarak ortaya çıkıyor, bunların birbirine attığı kementler aracılığıyla giderek bu seyircinin üzerine de sıçradığından bu kez oyun sahne-salon bileşkesinde bütünü de birbirine ilmekliyor bir çabuk.
Oyunda, dıştan görünen ne? Olan bitenden soyutladığımızda sahnedeki bütünlükte neyi algılıyoruz? Diyeceğim, göz kısımıyla bakıldığında Kapıcı’da neyle karşılaşılıyor?
Üstünkörü yaklaşımla şöyle söylemek olası: Tadilatını yapmaya koyulduğu evine, sokakta yaşayan birini getiren adam, adamın kardeşi, bu tek mekânda kendi mağaralarını inşa edip pekiştirmeye girişir; işte bu kadar. Dıştan bakıldığında görünen bu olsa da, gittikçe garipleşen sarmal ilişkileniş, âdeta bir labirentin uğultularından geçerek adamakıllı tuhaflaşacak, böylelikle insanlık durumunu gözler önüne sermekte gecikmeyecektir yine de.
Varoluşu, varlığının ya da gücünün egemenliği olarak kavrayan üç kişinin kendi bireysel alanlarını, sınırlarını korumaya dönük tutum, bir bakıma kişilerden kalkarak toplumsal tabulara uzanmakta gecikmeyecek, benzemez nice insan da olsa bunların birbiriyle ilişkisinin, kendi kişisel çıkarlarını varoluşsal özgürlüğün önüne koyacaktır kaçınılmaz biçimde.
Oyunun üç karakterinde, birbirinden sıyrılmış farklı biçemlerle, apayrı oyunculuklarla bunu yansılayan üç oyuncu yalnız roldeki anlamsal ağırlıkları sergilemiyor yanı sıra alabildiğine yükselen bir oyunculuk da çıkarıyorlar. Kim mi bu üç oyuncu; Ümit Doğan, Mehmet Zeki Giritli, Onur Alagöz.
Burada yönetmen Seda Yüz’ün katkısı bir yana üç oyuncu, uçurdukları bu oyunla, Kapıcı’yı unutulmaz kılıyor. Alkışlanası bir oyun Gri’den. İzlenmeli!