TİYATRO: Şu Bizim Dostoyevski’miz…

Dostoyevski’den Anzhela Barshcevskaya çevirisiyle Deniz Hamzaoğlu’nun, dramaturgluğunu da üstlenip yönetmen olarak imza attığı Yabancı Sahne yapımı Netoçka Nezvanova’yı izledikten sonra kitaplığıma döndüm, o romanı aradım, gecikmeden de buldum. Elli yıl önce okunmuş, kendisi de neredeyse yetmiş beş yıllık tarihe sahip Mustafa Nihat Özön çevirisi bir yapıt: Remzi Kitabevi, İkinci Baskı 1945. Sararmış, solmuş eski bir kitap.

Duygulanarak sayfaları karıştırırken oyundaki sahnenin de, tıpkı Dostoyevski dünyasına benzer, onunla uyumlu böylesi bir solukluk, daha doğrusu solgunluk yansıttığını düşündüm ister istemez.
Özön, Dostoyevski’ye özgülediği sunuşunun girişinde şöyle söylüyor:

“Tamamiyle içtimai olan iki vakıa: sefalet ve kürek cezası; ve bunların tabii bir neticesi olarak üçüncü bir psiko-fizyolojik vakıa şeklinde meydana gelen sara, Dostoyevski’nin bütün hayat ve eserlerinde tesirini göstermiştir.”

Dostoyevski deyince, insanın önüne, bütün dolantılarıyla bir “vicdan” sorunsalı çıkageliyor kuşkusuz. Şimdi Yabancı Sahne’nin bu çalışmasından içeri girip bunları da eşeleyerek birlikte bir değerlendirmeye girişebiliriz pekâlâ…

Dostoyevski’nin “Vicdan”ıyla Yüzleşmek…

Yabancı Sahne’yi, izlediğim bu tek oyunla tanıdığımı söylemem olanaklı değil. Ancak dağarlarına kısaca göz atıldığında bile topluluğun, roman uyarlamalarına dönük ilgisi, bu arada özellikle Dostoyevski’ye düşkünlüğü ilk ağızda hemen görülebiliyor. Ne güzel. Bu farklılık, çeşitlilik bile tek başına insanın içini ısıtmaya yetiyor bana göre.

Topluluğu tanımak amacıyla çıkaracakları yeni oyunlar kadar gösterimi süren öteki oyunlarını da süreç içinde izleyip tamamlamayı arzu ediyorum. Çünkü bu dağara bakarak söyleyecek olursak Yabancı Sahne’nin, sanatsal niteliği, değeri önde tuttuğunu görmemek için kör olmak gerek herhalde.

Bizde Dostoyevski ilk kez geliyor değil seyirci önüne. Demek ki seyircinin enikonu ilgi gösterdiği bir yazar besbelli Dostoyevski. Reşat Nuri’nin 1930’lardaki Dostoyevski uyarlamaları da bunu gösteriyor. Öte yandan bizde kimi tiyatro, sinema uyarlamalarıyla uzantılarında, tıpkı Shakespeare gibi Dostoyevski’den de bir biçimde esinlenilip yararlanıldığı düşünülürse izleyicideki ilginin altını çizmekte de yarar var. Kafka da anılabilir, farklı çizgide ama uyarlamaları yapılan yazar olarak.

İlginç bir toplumuz. Bir yanımız vicdana sırtını dönmüştür basbayağı, hiçbir kırıntısı yoktur bunun, ama nasıl da inançlı görünür, “vicdan” kavramını, âdeta kendisi temsil ediyormuşçasına duruş sergiler. Bu arada tertemiz vicdanıyla davrandığı için basbayağı sıkıntı çekip bunu göze alan, bedelini ödeyen azımsanmayacak insan da her zaman varlığını duyurur toplumda.

Sözgelimi Dostoyevski’den Haldun Taner’in uyarladığı Timsah’ın şu son zamanda KHK ile işlerinden atılan akademisyenler tarafından Selçuk Erez-Demet Taner düzenlemesiyle Orhan Alkaya yönetimindeki sunuluşunu da anımsarsak, Aziz Nesinlik bir olgu gibi de alınabilir bu çerçevede Dostoyevski’ye dönük ilgi.

“Netoçka Nezvanova”…

Yabancı Sahne’nin sergilediği Netoçka Nezvanova, Dostoyevski’nin yalnız ilk romanı değil, yarım bıraktığı da bir anlatısı. İşte topluluk, söz konusu hikâyeyi, Dostoyevski’ye pek de uygun düşecek bir yorumla, bununla örtüşen sahne plastiğiyle buluşturup öyle getiriyor önümüze.

Doğrusu, bunun bir paralel kurguyla aktarılması elbette beklenebilecek bir uygulayım. Ancak yorumda, seyircinin, bu plastik somutlamaya dayalı olarak âdeta doğal bir Dostoyevski imgesiyle buluşturulmasının öngörüldüğü, enikonu başarıldığı kolayca görülebiliyor.

Nitekim 1800’ler Rusya’sının Asya coğrafyasındaki o uçsuz bucaksız kimsesizliğini bomboş sahnede ama dupduru insan sıcaklığıyla aktarmaya girişmek, tiyatral açıdan iddia taşımaktan çok bunu göstermenin aracı. Böylece seyirci de doğrudan Dostoyevski kavramsallığıyla buluşturulup Dostoyevski’nin  “vicdan” sarmalına çekilmiş oluyor. Nitekim yoksullukla yoksunluğu “Netoçka Nezvanova” karakteriyle simgelerken sahne üstünde, bütün bunların göstereni halinde o ezici toplum gerçekliğinin tozkoparan koşullarını ele verebilmek kolay iş değil. Bunun üzerinde özellikle durulmalı kanımca.

Bu da, “Netoçka Nezvanova”nın hikâyesini alçakgönüllü içlilikle anlatmaktan geçiyor elbette, işte yönetmen de tam bu noktada insanın atan yüreğine seslenmeyi hedefliyor. İnsan sıcaklığı denildiğinde, soluk soluğa aktarılabilecek bir olgu kuşkusuz bu.

O zaman sahnede söz konusu olgunun dramatik uçlarını kendi gerçekliği içinden gösterecek, bunu hem karakterin kendisi hem de yansılayan oyuncu konumuyla seyirciye algılatacak bir doluluğun beklenmesi kaçınılmaz oluyor.

Dostoyevski’yle Sahneyi Kaplamak ya da Gülay Say…

İşte geldik sahne üstünü kaplayan insan öğesine, oyuncuya. Özetle oyun boyunca ikili olarak izlediğimiz Gülay Say- Zafer Altun ikilisine…

Zafer Altun, Rusya’daki o dış dünyanın birey üzerindeki devlet, toplum, din vb. baskısının zaman tünelindeki çarkını gösterirken, Gülay Say ise bu çarkın kısır döngüsü içinde çaresizlikle kıvranan karakterini ele veriyor.

Ama nasıl bir yansıtış bu… Dostoyevski’nin herhangi romanından çıkagelmiş, karakterlerinin ortak bileşeni halinde aramıza katılmış izlenimi uyandıran oyunculuk sunuyor Gülay. Değişimi yansıtan oyunculuk tutumuyla değil salt, duruşuyla, kendi beden enstrümanı üzerinden yansıtıp yaydığı, her biri işlevsel ayrıntıya dönüşen duruş, tutumla, sonra susuş, bakışla, içlenişle…

Yolcu Sahne, “Netoçka Nezvanova”nın hikâyesini aktarmakla kalmıyor Dostoyevski’nin içinden geçtiği yüzyıldaki o dehşetli çağ yangınıyla yüzleştiriyor bizi âdeta. Şimdi yeni seyircilerini bekliyor bu yüzleşme, bu oyun.