YARATICI DRAMAYLA
FARKLILIKLAR, FARKINDALIKLAR…
M.Sadık Aslankara
31 Mart–3 Nisan 2011 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirilen 18.Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Semineri, bundan önce katıldığım, izlediğim, düşünce savurmalarıyla üzerine yazılar kaleme aldığım seminerlerin bir süreğeni, ardılı konumundaydı kuşkusuz.
Ancak bunu, yine de niceliksel açıdan söylemiş olayım… Neden peki? Çünkü seminerin, Çağdaş Drama Derneği ile Antalya temsilciliği yöneticilerince bu kez de daha önce gözlemlediklerime benzer biçimde yine sıkıdüzene bağlı, ama özgür yaratma kavrayışından ödün verilmeksizin gerçekleştirildiğini gözlemledim, bu bir… İkinci olarak dikkatimi çeken Çağdaş Drama Derneği’nin gerek merkez veya yereldeki yönetimlerinin, gerekse katılımcı üyelerin sergilediği uzluk temelindeki profesyonel tutumla özgeçiye dayalı amatör içtenliğin yine sarmal bir bütünlükle sürdürülmesi oldu…
Ama Antalya semineri, bunların dışında niteliksel olarak da farklı derinlikler taşıyan bir açılımla yüksek ivme sergiledi bana göre. İşte, özellikle bu açıdan, katılımcılar kadar “yaratıcı drama” olgusuna komşu sanat temsilcilerini, bu alanlarla türlere yönelik üretim yapan kuramcılarla eylemli verimleyicileri de tartışma ortamına çekecek güçte önemli bir doruk odak oluşturmayı başardı, bu yönde bir işleve daha imza atmış oldu.
Gerçekten uluslararası on sekizinci seminer, “Çokkültürlülük ve Kültürlerarasılık Bağlamında Drama” başlığı altında hem “Farklılıklar”a, “Farkındalıklar”a yöneldi hem de bunu Antalya’yla ilişkilendirmeyi başardı. Atölye çalışmaları da bu çerçevede gerçekleştirildi.
Uluslararası seminerin ortaya koyduğu bu birikimin, sanat ortamlarımız üzerinde oynayabileceği role, yol açabileceği etkiye, işleve dönük öngörüler üzerinde ayrıntıyla duracağım önümüzdeki ay. Bu çalışmaların ülkemiz açısından taşıdığı, taşıyabileceği anlama, öneme yoğunlaşacağım…
Şimdi gelin ilkin bu atölyelere değinelim, bunlardaki nitel eşik üzerinde duralım tek tek…
“Yaratıcı Drama”; İnsanın Onurlu Duruşu…
Atölye yöneticileri, yaratıcı drama alanında, uluslararası konum sergileyen insanlardı. Bu bağlamda John Somers’ın, Gerd Koch’un, Pamela Bowel’ın, Anna-Lena Ostern’in, Ömer Adıgüzel’in Michael Zimmerman’ın, Mario Gallo’nun, Sigrid Seberich’in yürüttüğü atölyeler Türkiye’nin her yerinden katılan, her yaştan, cinsten dramacının ilgisini gördü, tam bir dolulukla karşılandı.
John Somers, seminerin aynı zamanda “onur konuğu” idi. Somers, işlik çalışmasında dramayı, üç farklı yaklaşım temeline dayalı olarak kültürlerarasılık, çokkültürlülük kavramlarını bulgulamanın, yerli yerine oturtmanın odağına yerleştirdi. Selen Korad Birkiye’nin eşliği, yardımcılığıyla kavramların bulgulanışı denli olgunun kendisiyle de tanışma olanağı yaratılırken yanısıra bunun sağır sultanın duyabileceği netlikte alımlanmasını sağladı bana göre. Somers’ın her zamanki gibi tüm yüreğiyle katıldığı bu çalışmanın yoğun bir erkeyle, neşeli bir coşkuyla, yüksek bir debide gerçekleştiğini, bunun ötesinde tüm dramacıların, ona “ağabey” olarak içten gönüllülük duygusuyla bağlılık gösterdiklerini söyleyebilirim.
Somers, sergilediği tutum, davranışla, bütünsel kavrayışa dayalı çalışma yöntemiyle tüm atölye çalışmasını diyalektik bağlamda çok yönlülük içinde, ama uyumla sürdüren bir drama öncüsü izlenimi bırakıyor insanda. Onun bu çalışmalarda uygulamalı olarak gösterdiği, yansıttığı bilgiden bilince, bilinçten yönteme uzanan kucaklayıcı, kavrayıcı, sıçratıcı özellik, Somers’ı çok ayrı bir yere oturtuyor kanımca.
Nitekim dramanın dilinden öğretmenliğine, örneğin kalem tutmaktan öteki gereçlerle ilişkilenişe, buradan yeni kullanım biçimlerine uzanan; küçük bir noktadan kalkıp hayatı tümüyle kucaklayıcı bir kavrayışın ipuçlarını döşeyerek çalışmayı sürdürmesi de bunu ortaya koyuyor.
Somers, Antalya’da mobilya şirketinde çalışırken işten çıkartılan Rojda Ulaş’la tanıştırıyor bizi. Bu çerçevede onun savaşımının ortaklarına dönüşüyoruz atölye boyunca. Bunun için “rol kartları” yazılacak. Ama bunları dramacının değil çocukların yazması, böylelikle içindekileri çıkarması, bu açıdan çok önemli. Hele çokkültürlülük, kültürlerarasılık söz konusu olduğunda konu daha da duyarlı hale geliyor. Eşler, ötekinin bilmemesi gereken bir bilgiyi yazıyor rol kartına. Rol kartlarının işlevi de burada çıkıyor zaten: bilgi, ötekine anlatılmayacak, ama not olarak rol kartına yüklenmiş olacak…
Birbirinin farkına varmayı bulgulamanın yaratıcı dramadan geçen, o role girmekten, duygudaşlıktan daha güzel bir yolu olabilir mi, bilmiyorum… Öyle ya, drama hayal gücüyle yapıldığına göre, orada bu farkındalığın kendiliğinden yaşanacağı, apansız böyle bir bilince varılacağı açık. Nitekim birleştirilmiş itki yöntemine yaslanarak çalıştırıyor dramacıları Somers. Rol kartları da bu tekniği uygulayabilmenin bir yoluna dönüşüyor böylece.
Ancak Somers, uyarmayı unutmuyor: Yaratıcı drama bağlamında bütün bunları biliyor olmak yetmiyor. Çünkü insan, atölyede adımları sektirmeden yapabilir, ama yaşamın içine daldıktan sonra bunları unutmamak, sürekli uygulayıp pekiştirmek zorunlu. Sözgelimi drama dili olarak önceden hazırlıklı olabilirsiniz, ama hazırlıksız da yakalanabilirsiniz. Bu dili hem doğru kullanmanız hem de bunu öğretebilmeniz gerekiyor. Drama eğitmenleri dramayı ciddiye almalı ki, çocuklar da ciddiye alsın bunu. O halde dramacı, dramanın hep içinde olacak, hep orada kalacak!
Oysa Somers, dünyanın giderek dramadan uzaklaştığını (belki de uzaklaştırıldığını), kanlı bir siyasayla boğuştuğunu, onun için de uyanık olmak gerektiğini vurguluyor, altını kaygıyla, ama önemle çizerek bu olgunun… Öyle ya, bu gidişe karşı konulmazsa dramanın sonu gelebilir. O halde bu etkinlikler “sosyal ağlar” düzlemiyle de ilişkilendirilmeli mutlaka!
Bu nedenle yaratıcı drama alanında çalışanların değil yalnız, tüm sanat alanlarında üretiminde bulunanların bu özellikleri, niteliklerinden ötürü Somers’ı tanımasında, onun çalışmalarını ucundan, kıyısından izlemesinde hatta olanaklıysa bunlara katılmasında yarar var bana göre.
Farkında mıyım, Farkında mısın, Farkında mı?…
Pamela Bowel’ın atölye çalışmasını, yumuşak ama dürtükleyen, katı ama duyarlı bir duruşla kotardığını gözlemledim katılımcılarla… Bu bağlamda karakter olarak Somers’la uyuştuğu söylenemez belki onun, ama bükülmez, kunt duruşuyla, her adımında dramacıların ufkunu biraz daha genişletip bu halkayı ustalıkla yaymayı başaran kışkırtıcı, sorgulayıcı yanıyla dikkati çekiyor…
Bowel, bize bakan milyonlarca gözden bir göz getirip koyuyor dramacıların karşısına. Bu gözün sahibi, diyelim Jessica olsun… Kim Jessica? Tanımadığımız biri, ama günün birinde bir mektup alıyoruz on dört yaşlarındaki bu kızdan… Çekingen, belki sorunları var, dilsel, kültürel açılardan… Bunun için atölye katılımcılarının bir araya gelmesi gerekiyor. Bu mektubun ardından kendisine, ailesine ne oldu? O halde ilk iş, bu yönde bir kazıya girişip ayrıntıları öğrenmeye çalışmak oluyor. Jessica’nın bir kararsızlık yaşadığını anlıyoruz. Süreç bizi, hem ailenin koşulları, hem de yaşadıkları çatışmayı ele verecek şekilde akıyor. Peki, o halde ne yapmalı? Tam bu noktada ailesi açısından Jessica’nın katılacağı ya da kararsız kalacağı durumlar, kendi yaşadıklarımız açısından da bizler için de birer örneğe dönüşmeyecek midir?
Demek ki ailenin yaşadığı iç çatışma doğaçlama yoluyla bir konuşma örgüsüne dökülebilir. Çünkü bir açıdan ancak kavramsallaştırılarak yaşanabilecek bu sorunsal, ailede anneyle babanın konuşmalarına da bir biçimde yansımış olacak. Aristoteles’in sözünü ettiği, “Konuş ki seni görebileyim” demenin bir yolu bu da… Anneyle babanın tartışması; babanın gitmeye karar verip bavulunu toplaması bir dramatik kırılma anını vurguluyor.
Pamela Bowel’a göre, iyi bir öğreni için yönlendirme yapılabilir. Çünkü sorunun önünü açabilmek için, çokkültürlülük temelinde bir yolculuk öyküsü gerekebilir. Nitekim Bowel bu yönde kuruyor öykülemeyi… Öykünün sonu biliniyor olabilir; önemli olan bir süreçsel drama örneği olarak gerçekleştirilen atölye çalışması aracılığıyla uygulanabilir hedef kitle düzeyinde kümelenen çocukların farklılık olgusunu kavraması, buradan kalkarak da özellikle kendileri için bir farkındalık yaşayabilmesi…
Bu, bize gözlerimizin birbirine karşı açık olması gerektiğini göstermiyor mu? Milyonlarca göz arasındaydı Jessica’nın gözleri; farkına varmayıp gözlerimizi kapatabilirdik ona. Ama kapatmamakla, gözlerimizi açık tutmakla bu imgeye koşut bir bütün olduğumuzu kavramakta gecikmiyoruz, ortak bir yaratı için bütünleşmeye ulaşıyoruz aynı zamanda.
Özetle farklılıkları kavramak, bizi bütünleşmeye götüren daha sağlıklı bir adım halinde geliyor önümüze. Öyleyse hepimiz değerliyiz. Birimiz ötekini itmek için değil, onu farklı bir varlık olarak kabullenip çoğalmak, bütünleşmek için varız… Dramacılar bu uyumdan yüz-el-ses bağlantılı bir tablo yapabilir artık…
Pamela Bowel, çalışmayı, “başkalarının ayakkabılarıyla yürümek” biçiminde adlandırıyor. Bir mektuptan kalkarak kullanılan çeşitli imgeler yoluyla bunu yazanın öyküsü kurgulanmış oluyor bu arada. Bir yolculuk çıkıyor ortaya; bu ise kişinin, iki tarafı birden görmesine yarıyor enikonu. Böylelikle hem kendimizin hem ötekinin davranışlarını yerli yerine oturtarak bütünleşme fırsatı yakalamış oluyoruz.
“Var Olmak” Eşittir “Birey Olmak”…
Ömer Adıgüzel, Pamela Bowel gibi süreçsel dramaya ayırdığı atölye çalışmasını bir şarkıyla başlatıyor. Katılımcılar, Unutma Beni adlı albümünden “Gitme Dönme” adlı şarkısını dinliyor ilkin Hümeyra’nın. Özellikle şu sözler dikkati çekiyor: “Gitme dönme git ve geri dönme/ Geri dönme ne olur”…
Kolayca sezilebileceği gibi Adıgüzel de bir sürece yayılan öykülemeyle kuşatıyor dramacıları. Esenler Otogarı, Münih Havaalanı, Paris Garı; sonra bu üçgende bir yolcu: Deniz… Jessica gibi biri o da. Peki, Deniz kim? Bir yoksunluk duygusu içinde olduğu kesin. Anne veya baba yoksunu olabilir. Pek çok farklı yerlere gidiyor, ama hiç kimseyle sağlıklı ilişkiye giremiyor. Çünkü hiçbir yerde yapamıyor ne yazık ki. Nereye giderse gitsin, hep derin bir yıkıklık duygusu yaşıyor Deniz. Geri dönmek, bulunduğu yerde ortada kalmak duygusunun karmaşası altında; hep bunların etkisindeki Deniz ne düşünüyor? El yazılı notunu bu aralıkta alıyoruz. Şöyle diyor bu notunda Deniz: “Sevgi yoksunluğu vardı çocukluğumda, sıkıca sarılmak ve bana sıkıca sarılmasını bekledim hayattan…”
Deniz öykülemesi, gide gide bildiğimiz veya pek çok örneğine rastladığımız bir akışa dönüşüyor. Burada usa takılabilecek her soru, çalışmanın tamamlanması gereken eksiklikleri olarak alınabilir elbette.
Nitekim süreçsel dramada bilginin yapılandırılması için aslında uzun süreli, örneğin üçer saatten günlerce sürecek bir çalışma gerekiyor, ancak seminerdeki atölye çalışmaları, zamansızlıktan ötürü bunu tam olarak karşılayamıyor. Bu nedenle seminerlerdeki atölyelere yol açıcı, ufuk geliştirici, yön gösterici eğitsel işlikler gözüyle bakılmalı daha çok.
Oysa gerçekte süreçsel dramanın çok net bir izlekten kalkılarak gerçeklikle ilişki içinde, ama kurgulanarak dramatik dayanaklarıyla işlenmesi zorunlu. Bu çerçevede yazarak, doğaçlayarak, tartışarak geliştirilebilir öyküleme. Böylelikle bir sorunu birlikte çözmenin yolu da bulgulanır bir açıdan.
Geri dönüş tekniği de çok kullanılıyor bu nedenle. Buna bağlı olarak tasarlama, rol oynama, toplantı, uzman görüşü, iç ses, rol koridoru, bilinç koridoru kullanılan teknikler olarak geliyor önümüze, süreçsel dramada yol alırken…
Sonuçta öyküsel açıdan öncesiyle, karakterlerin tutumuyla, evrensel izlek temelinde kuruluyor süreçsel drama. Bunun için dramayı, bu alanda deneyimi olanlarla yapmak gerekiyor. Kaldı ki amaç da zaten kişi üzerinden giderek, ama bu arada başkaları için de toplumsal, evrensel sorunlar konusunda açılım getirmek değil mi?
İşte 18.Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Seminerinde gerçekleştirilen üç atölyeden aktarabileceklerim özetle böyle… Ama öteki atölyelere de kısaca değinmek gerekiyor…
Çağdaş Bireyliğe Giden Yolda Atölyeler…
Anna-Lena Ostern’in yönettiği atölyede dramacılar, Edvard Munch resimleri aracılığıyla hayat deneyimi ile sanatsal dışavurum ilişkisine, bunun yol açtığı dansa giden yolda yine süreçsel dramanın yol göstericiliğinde bir kültürlerarası etkileşimle yüz yüze geliyor… Sonuçta Munch resminin imgesi, eğretilemesi ya da bir başka deyişle “playback theatre” ile bulgulamayı, farklılığa ilgi göstermeyi yaşıyor grup üyeleri. Munch’un özellikle “Yaşamın Dansı” üzerinde yoğunlaşılırken “öteki insan”la da yüz yüze geliniyor. Böylelikle gerçek benle kurgusal ben arasındaki ilişki, zaman, mekân, konu duraklarından geçerek bizi “gerçekliğin neyi ifade ettiği” sorusuna taşımış oluyor.
Bununla uyumlu başka bir atölye çalışmasında bu kez Sigrid Seberich, Antalya’yı öne çekerek tarihsel uygarlık bağlantısı için Adrianus Kapısını kullanıyor. I.Dünya Savaşında İtalyan işgalinin Antalya üzerindeki etkisinin bir kültürlerarası yansıma bağlamında ele alındığı atölyede dramacılar bu kez “ritmikateatro” aracılığıyla etkileşime dönük bir farkındalıkla tanıştırılıyor. Öyle ya, sonunda kim kimi etkiledi, ortaya nasıl bir kültürlerarası etkileşim çıktı, bu daha net kavranacak. Bu doğrultuda nesne-hareket-müzik-ses ritmik olanın kendi aralarındaki bağlantı ile birbirlerine etkisi ortaya çıkıyor.
Bu yöndeki bir başka atölye çalışması ise Michael Zimmerman tarafından sunuluyor denebilir. Ses, nefes, duruş kullanılarak maskeyle çalışılıyor atölyede. Kendi içimizdekini kavrayabilmek amacına dönük olarak bu çalışmayı bütün sanatçılar yürütebilmeli aslında. Sonuçta Zimmerman da “maske tiyatrosu” aracılığıyla kişinin içindeki yabancıya yönelerek dramacıları bir başka açıdan kültürlerarası deneyimle tanıştırarak bu yönde farkındalık sağlıyor kuşkusuz.
Maske kullanarak yaratıcı drama için atölye yöneten bir başka konuk da Mario Gallo. Ama Gallo, farklı bir kavrayışa dayanarak çalışmayı komik tiyatro için yürütüyor. Burada commedia dell’Artenin maske kullanma teknikleriyle ilişki kurulurken dramacılar bu yolla hem bir yöntem kavrayışına ulaşıyor hem de ortaya koydukları grup enerjisini topluma aktarırken birbirleri için de farkındalık sağlıyor. Bu çerçevede farklı dillere, tavırlara dayalı adımlar, yine bir çokkültürlülük izleğiyle yüz yüze getiriyor dramacıları.
Son olarak Gerd Koch’un “Yaratıcı Yazma Atölyesi”nden söz edilebilir herhalde. Koch, Brecht şiirleriyle metinlerinden kalkarak sürdürüyor atölye çalışmasını… Sonunda atölye katılımcıları, Brecht’e dayanarak şiir, öykü yazıp farklı türde bir yaratıcılığı deneyledi…
Evet, 18.Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Semineri, Çağdaş Drama Derneği’nin Antalya Temsilcisi Tülin Tamtürk Yılmaz’la çalışma arkadaşlarının tam bir uzlukla Antalya’ya sunduğu armağan olarak yer buldu kendine.
Önümüzdeki ay, sanat-kültür ortamlarımız için bir armağan paketi olarak kabullenebileceğimiz bu güzelim etkinlikte buluşmak üzere…