Kurgusal Gerçekliğin Yazın-Yaşam İlişkilenişindeki Boyutu…
M.Sadık Aslankara
(19.10.2017 YAZISIDIR.)
Yazarların sıklıkla el attığı izleklerin başında, yapıtlarında yaratı sorunsalına da yer açmak geliyor, hem de sıklıkla…
Son olarak bu doğrultuda Umut Y.Karaoğlu’dan okuduğum iki öykü kitabı, bu sorunsala temelden yaklaşan tutumuyla dikkat çekici düzey sergiliyor. Yazarın gerek ilk kitabı Deli Heybesi’nde (Komşu, 2011), gerekse Uyku Odası’nda (Bencekitap, 2014). insanı, çevresini kuşatan canlı cansız tüm varlıkla bütünleyerek olguları bu karakterler odağında değerlendirmeye girişiyor denebilir.
Farklı zamanlara yayılsa da canlı cansız varlıkların kapladığı, neredeyse nesnelere dayalı halde sürdürülen bu yaşamdaki tek gerçeklik, belleğe yerleşen, her an değişim sergilese de dönüp dolaşıp bizi yeniden yeniden bunu düşünmeye çağıran, sonuçta aynı gerçeklikle buluşturan metnin yani yazının kendisidir.
Bu yaklaşım, yazarın bizi kurmacasal yaratıda kökene inmeye çağıran tutumu olarak alınmalı. Umut, bütün bunları, sürekli yazıda okurun önüne getirdiği, dönüp dolaştırıp birer leitmotif olarak yeniden sunduğu canlı (horoz, baykuş vb.) cansız varlıklar (kum, buluntu vb.), yapıntı nesneler (kapı, çivi vb.) aracılığıyla yansıtıyor.
Öyle bir yere geliyor ki yazar, söz konusu öyküler bir bütün halinde değerlendirildiğinde, aslında dış gerçeklik, bir kurmaca eşliğinde yazılmasa, gerçekliklerini de yitirecekmişçesine durum sergiliyor. Öyleyse, yaşantı ânını, yaşandığından daha gerçek kılan tek olgu, onun sanatsal (burada yazınsal) düzlemde yeniden kurularak var edilmesinden başka şey olamaz!
Felsefe için de temel sorunsallardan biri olarak alınabilecek bu estetik kavrayış yeni değil elbette. Gerçekten de bu olgu, özelikle büyük şairliği, oyun yazarlığı, romancılığı yanında büyük denemecimiz de olan Melih Cevdet Anday’ın pek çok kalem oynatmasında karşımıza çıkar.
Örneğin Anday, bir denemesinde dile getirdiği gerçeklik olarak, yazları yaşadığı Milas Ören’e giderken, her seferinde Bafa Gölü kenarından geçtiği halde, ancak günün birinde tablosuyla karşılaştığında, bu gölün gerçekliğini çok açık biçimde kavradığını söylemişti.
O halde dış gerçekliğin kavranmasında kurmacada yerini bulan imgesel gerçeklik, yani kurulmuş gerçeklik, söz konusu ânın yaşanması olgusundan çok daha gerçekçi bir temel ortaya çıkarabilir.
Buna göre, biz sanatı, sanatın o hünerli kurmacasını, gerçekliğin algılanışına yaptığı bu çok önemli katkıda ciddi bir yol olarak alabiliriz.
Nitekim bilimkurgusal yapıtların, yaşanacak, yaşanabilecek gerçeklikleri kimileyin yüzyıllar öncesinden sezdiren gerçeklik algısıyla ortaya koyduğu düşünülürse, ütopyayla distopyaya da bu bağlamda bakmak pekâlâ olanaklı hale gelecektir.
Okuduğum, üstelik birbiri üzerine kıvrılmış, birbirine kapanarak, ama bu arada kendi kurmacasal gerçekliğini süreğen biçimde yineleyerek üretme yoluna girmiş iki öykü kitabı da bize bunları anımsatan yanıyla önem taşıyor kanımca.
O halde biz okur olarak, demek ki yaşananı, yaşanandan daha gerçek olarak bize algılatan sanatın (burada yazının) yalancısıyız aslında.
Doğruyu söyleyen, gerçeği gösteren kurmaca, olsa olsa yazının yalanı demek ki…