YARATICI YAZARLIK: Yaratıcı Yazarlığın Acılar Değirmeni…

Yaratıcı Yazarlığın Acılar Değirmeni…
M.Sadık Aslankara
(12.10.2017 YAZISIDIR.)

Hüseyin Yurttaş’ın Karaço adlı romanını okurken şu satırların altını çizdim:

“Acıyı yalnızlıkla, yalnızlığı o acının en koyusuyla yaşamak…”

“Ama işte her acının bir izi kalıyor.”

“Acının beklenmeyeni, harman olsa savurur insan.”

(Tekin, 2017; ss. 34, 43, 67)

Burada sözü edilen “acı”nın derinlere inmiş, ıhıp âdeta ur halinde oraya yerleşmiş acı olduğunu, bunun yaşanabilecek fiziki acıdan uzak ama ona oranla bin kat daha ağır bir acı halinde yalnız yazında değil tüm sanat türlerinde başköşede yer bulduğunu söyleyebiliriz.

Ne var ki yukarıdaki satırların yerini, ağırlığını yine de geçmişten günümüze üretilen, “iç acı”nın, kendisini âdeta bir genetik devamlılık halinde gösterdiği, derinlerde süregiden kesiğinin sunulduğu verimlerde bulacağımız kanısındayım.

İlk elde Homeros’u anımsamak olanaklı. Bir acılar destanı değil midir sözgelimi İlyada ile Odysseia? Bize hangi acıları yudumlatır; aşktan vatana, ana baba sevgisinden eş evlat tutkusuna, ülküden özleme kayıp giden izlekler eşliğinde, düşünelim. Sonra söylenleri getirelim gözümüzün önüne, tüm insanlığın, bütün toplumların yüreğinden, beyninden kopup gelen mitsel acılar sofrasını.

Sümer’i, Gılgameş’i anımsayalım…

Derken kutsal metinler…

Hint, Çin kaynaklarına yönelelim… Görselleştirilmiş acıları damıtalım bu arada.

İlkçağ Yunan klasikleriyle biçimlenen tragedyaları da yazalım bir kenara.

Derken daha yakın çağlardan çıkagelen yazarlara varalım. Bütün bunları bir film şeridi gibi akıtmazsak eğer bilincimize, Dostoyevski’yi helak eden o vicdani sızıyı, Kafka’yı kendisinden alıp götüren kederli tortuyu, başka türlü nasıl anlayabiliriz?

Hep söylüyoruz ya, yaratıcılığı besleyen, onu büyüyle sarmalayan en büyük itici güç ölümdür, diye. Öyle ya sanatın kendisi de tıpkı doğum ya da yaratı gibi yokluğa karşı görece kazanılmış bir yaşantı ânı, yaşamsal bir alan, bir açıdan yaşamın, varlığın, ötesinde sonsuzluk duygusunun ta kendisi değil mi?

Öyleyse acı olmadan, yüreğin zembiline inmiş bir acı işlenip yüreklerde çentiklenip çizilmeden bir sanat yapıtından yaratıcılık beklemek safdillik olur herhalde. Yazınsal olan değil yalnız, herhangi sanat yapıtının da ana beslenme kaynağı acılar manzumesi, kederler katmanı hep; bir ana sütü bu sanat için.

Eğer sanat yapıtını, yokluğun varlığa dönüş sürecindeki somut meyvesi olarak alırsak, bunu böyle görmekten başka bir şansımızın olamadığı da açıkça anlaşılacaktır.

Kaldı ki, sanatı başka türlü almanın olanağı da yok zaten. Hele kültürün bir bütün olarak bilimi, sanatı, dini, her türlü insan edimini içine aldığı düşünülürse bir yanı yoklukla sarılı insan için, önünde varoluş bağlamında yaşayabileceği tek kurtuluşun kendi yaratısı olduğu belirginlik kazanıyor. Yokluğa karşı varlık, ölüme karşı dirim, yaşlıya karşı yeni doğan, kışa karşı yaz yani bu karanlık evrenin orta yerine üretimle, bereketle, sonuçta yaşayanla yani diriyle dikilebilecek bir karşı koyuş: Bilim, sanat, felsefe, insanoğlunun her türden kültürel yapıntısı…

Demek ki ancak yaratıcı zekâsı devreye girdiğinde insan, insan oluyor; bunun da başını bilim, sanat, felsefe çekiyor denebilir…

Buna göre yaratıcı yazarın olmazsa olmazı, böylesi yoğun kıvamlı acılarsa öteki olmazsa olmazı da bu acıları işleyip bunlardan sanat yapıtları ortaya koyabilmek kuşkusuz.

Öyleyse yaratıcı yazarlıkta yazınsal anlamda köklerin yararlanacağı en büyük alüvyonal kaynak insanlığın acılar tarihi, o kadar.