SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Bu Kadar Çok Öykü, Roman Yazılıyor da Okunuyor mu Peki…

M.Sadık Aslankara (21.9.17 yazısıdır.)

Cumhuriyet Kitap yayın yönetmeni Turhan Günay’ın, Eray Ak’la birlikte Selim İleri’yle yaptığı söyleşide dile getirdiği saptamanın altını çizdim:

“…80’e kadar yayımlanan romanların sayısı 400’ü geçmiyor zaten. 1965’e kadar Türkiye’de yayımlanmış roman sayısı 316.” “1963’ten 80’e kadar -sanmıyorum ama- haydi bir 80 tane daha yayımlanmış olsa 400’e ulaşıyoruz ancak.” “30’lu yılların ortasından itibaren çok fazla roman da yayımlanmamış ayrıca. Yanlış hatırlamıyorsam 38’de bir roman, 39’da bir roman, 40’ta hiç roman yayımlanmamış mesela.” (Cumhuriyet Kitap, 9.4.2015, Sayı. 1312)

Oysa günümüzde yani 1980’den yuvarlamayla otuz beş yıl sonra her yıl yaklaşık 400 yeni roman, 100 kadar da öykü kitabı yayımlanıyor. Şaşırtıcı demek yetmez, inanılmaz, akla ziyan bir yükseliş bu!

Üstelik bunların ciddi bir bölümü ilk kitap olarak yayımlanıyor…

Çok kaba hesaplamayla, Şemsettin Sami’nin, 1872’de yayımlanan, “Türk edebiyatında roman türünün ilk verimi” olarak alınan Taaşşuk-i Talât ve Fitnat’ından 1980’e dek yayımlanan romanların toplamı kadar bir sayı, günümüzde yalnız bir yılda yayımlanıp okura sunuluyor. Yüzyılda ulaşılan sayısal veri bu. Gerçekten de insanın aklını karıştıracak bir durum. İnanılması olanaksız, ama rakamlar böyle!

Nüfusumuza oranla kurmacacı yazar sayımızın arttığı bir gerçek! Okur sayısı da artışta, buna da kuşku yok! Peki her bir romanla öykü kitabının payına düşen okur sayısı ne durumda?

Bir grup çok satan yazarımız olduğunu biliyoruz, bu yazarları da aralarında bölümlendirmek olası. Kimileri marketlerde yürüyen bantlara âdeta patates soğan olarak dâhil edilirken kimilerinin kitap marketlerinde daha soylu bir yerde durduğu görülebiliyor… Ancak bu çoksatarların da uzun süre yerlerini koruyamadığı, hızlı değişimle bu yeri öteki çoksatarlara bıraktığı gözleniyor.

Kitapların çoksatarlığına sözüm yok, buna sevinilir elbet. Ancak olguya bütünsel açıdan bakmak zorunlu yine de. Çünkü yazın/edebiyat ortamı dikkate alındığında genelde kitap basımlarının, Turhan Günay’ın sözünü ettiği yıllardaki üç bin-beş bin bandından beş yüz ile bin arası baskıya kadar indiği gözleniyor artık. Bu hesapla her yıl yayımlanan toplam roman, öykü kitabı sayısı, her birinin ortalama baskı sayısına eşit. O halde yeni çıkan her kitap, öteki yeni yayınların yazarlarınca alınsa, her birinin bir anda tükenmesi demek işten değil.

Ne var ki yayınevlerinden alınan bilgiler bunu doğrulamıyor. Yeni yayınlar bunca az basılıyor ama, az sayıda bir romanla öykünün ciddi baskı sayısına ulaştığı görülürken pek çoğu unutuluşa terk edilip yıllarca ortalıkta sürünüyor. Oysa bunca yayın çeşitliliği, bolluğu nedeniyle kitapçı vitrinleriyle sergenlerinde herhangi kitabın görüntüye girip birazcık olsun kalması, dakikalar da değil, saniyelerle ölçülebiliyor artık.

Bu da şu anlama geliyor; her yeni kitap, okura görünemeden, hatta okurun haberi olmadan çıkıyor, sonra da ortadan kalkıyor, yok olup gidiyor. Yani kitaplar bir açıdan varmış gibi yapıyor okura. Böyle örnekleri sinema, tiyatro, resim, müzik vb. öteki sanatlar için de verebilmek olanaklı bana göre.

İşte o zaman yazının başlığında yer alan, yazılanın okunması sorunu, kendiliğinden geliyor önümüze.

Yazarlar, özellikle genç yazarlar, yazma-okuma odaklı bu tragedik yazgıyı kendi okumalarındaki çoğulluğu çeşitlendirip artırarak yıkabilir ancak.

Gerçi toplumsal değişimlerin katlamalı biçimde baş döndürücü hızla seyrettiği bir çağda yaşıyoruz. Milenyum kuşaklarının, bunun şiddeti altında alabildiğine baskılandığı apaçık bir gerçek.

Özellikle X, Y, Z kuşakları olarak adlandırılan 1965 sonrası doğumlulardan başlayıp 2000’li doğumlularla süren gençler arasındaki farklılaşmalar dikkate alındığında, bu insanların durdurulamaz hız burgacına kapılmış halde bir değişim ivmesiyle herkesin kendi gerçekliğinden koptuğu bir yanılsama dünyasında tutunacak iç çeper bile bulamadan kalakaldığını izliyoruz tragedik gerçeklik halinde.

O halde gelin hep birlikte soralım:

Bu kadar çok roman, öykü yayımlanıyor da okunuyor mu?

Sorunun yanıtı için Melih Cevdet Anday’ın tam otuz yıl önce söz konusu X, Y, Z kuşaklarının tam ortasına düşecek bir tarihte, 1987’de kaleme aldığı Sevişmenin Güdüklüğü ve Yüceliği’nde yer alan denemesinden şu satırları paylaşmanın sırasıdır:

“Biz ulusça daha alışmadık okumaya. Bunu açıkça bilelim. Okumamak bizim geleneğimizdir. Bizde basımevinin Batı’dan üçyüz yıl sonra kurulmuş olmasını buna gerekçe diye göstermek istemiyorum; bizim kültürümüz hep sözlü olmuştur da ondan. Kuran kıraat edilir, okunmaz. Sayın Muhammed’e ‘Oku!’ (İkra) diyen melek onun okuması olmadığını biliyordu. Tanrı’nın adını yüksek sesle söylemesini istedi ondan, o kadar. İşin gerçeği budur; biz okuma bilmeden dua eder, tapınır, cenneti kazanır ve Tanrı’ya varırız. Kutsal kitabını bile okuyamayan, ancak kıraat dinleyen insanların okuma alışkanlığı edinemeyeceği besbellidir. Üstelik o kutsal kitap, kendinden başka bilim olmadığını buyuruyorsa, artık okumanın hiç gereği kalmıyor demektir. Otobüse elimde kitapla binmekten çekiniyorum, herkes bakıyor.”

(Melih Cevdet Anday; Suçumuz Edebiyat, Anday’ın “Edebiyat Yazıları”ndan Yalçın Armağan’ın yayına hazırladığı seçki, Everest, 2017, s.597)

Bereket hiç değilse şu son otuz yılda gele gele, elde kitap otobüse binenlerin yadırganmadığı yıllara vardık belki, o kadar, yalnızca o kadar…