SAYFA YAZISI; YENİ YÜZYILIN ÖYKÜMÜZDEKİ SERENCAMI…

YENİ YÜZYILIN ÖYKÜMÜZDEKİ SERENCAMI
M.Sadık Aslankara

Halk hikâyeciliğimizden ayrı olarak batı tarzı modern öykümüzde başlangıç anlamında Giritli Ali Aziz’in (1749-1798) Muhayyelat (1852), Emin Nihat’ın (1838-1880) Müsâmeretnâme (1872[?]-75), Ahmet Mithat’ın (1844-1912) Kıssadan Hisse (1870), Letaifi Rivayât (1871) adlı yapıtları öne çekilip de, Ahmet Mithat üstadın kurucu yazarlığı buna eklendiğinde “1870”, yuvarlama bir tarih olarak alınabilirmiş gibi duruyor önümüzde.

Buna göre 1870’le 1899 arasında kalan diyelim otuz yıl, 19. yüzyıla ait öykü verimimiz olarak dururken 1900-1999 arasında yaşanan bütün bir yüz yılsa 20. yüzyıl öyküsü altında öykücülüğümüzde yer buluyor kendisine. Ama 2000’le birlikte öykümüzün, bu yolculuğunu artık 21. yüzyıl öykücülüğü başlığı altında kendi kozasını örerek sürdürdüğünü söylemek gerekiyor.

Görüldüğü üzere toplam süresi yüz altmış yıldan az olmamak üzere bu dilimi bir süreç bağlamında aldığımızda bunun bir biçimde üç farklı yüzyıla uzanan bir öykücülük olarak kendini gösterdiği açık.

Bu üç yüzyıl boyunca verimlenen öykülerin değişim göstermeden, bu değişmelerden etkilenmeden verimlendiği düşünülebilir mi, böylesi bir toptancı yaklaşım öne sürülebilir mi?

Cevdet Kudret, Tahir Alangu gibi ustalar, aynı zamanda bir seçki yapısında örneklere yer açarak öykücülüğümüzün ilk dönemlerinden başlayıp 20. yüzyılın ortalarına dek getirdiler denebilir. 1950’lerden günümüze dek gelen çalışmalar da var, yine de bu tür çalışmalara gereksinim duyulacağı ortada.

Önümüzdeki haftadan başlayan yazılarım aracılığıyla 21. yüzyıl öykücülüğü altında, 1999’dan 2024’e dek uzanan yirmi beş yıllık yolculuğu öne çekerek her yıl yayımlanan öykü kitaplarını tek tek gözden geçirip yeni yüzyılın öykücülüğüne değgin kimi çıktılara vurgu yapmaya çalışacağım.

Bu hafta söz konusu üç yüzyılın önümüze çıkardığı serencam konusuna yönelik düşünce uçkunları getireyim istiyorum.

Cevdet Kudret’in, “hikâye okumaktan maksat yalnız vaka adamlarının başlarından geçenlerle kâh üzülüp kâh zevklenerek vakit geçirmekten ibaret olmadığı” düşüncesi taşıyan Ahmet Mithat için söylediği, “sık sık vaka [olay] dışına çıkmış, fen, sanat, tarih, coğrafya, v.b. üzerine birtakım bilgiler vermiş; ayrıca, ‘hemen her eserinde bir ‘kıssadan hisse’ çıkararak okuyucuya ibret dersi vermiş, böylece toplumsal bir yarar sağlamaya çalışmıştır,” vurgusu, o yüzyılda yaşanan olaylarla doğrudan bağ kurulduğunu dile getiren önemli bir saptama. (Cevdet Kudret; Türk Edebiyatına Yön Verenler, Kapı, 2019, 194, 195)

Yine de başlangıç yazarlarınca verimlenen ürünlerin batıdaki örneklerde görüldüğünce çerçeve hikâye kuruluşu doğrultusunda bir halkalama üzerine oturtularak kurulduğu, yapılandırıldığı söylenebilir.

Doğada, bilimde, teknolojide yaşanan, gözlenen, bulgulanan, geliştirilen her ne oluyorsa, bu yolla her ne değişim yaşanıyorsa hiç kuşkusuz bütün bunlar hayatın bütününe yayılıyor.

Hayatın emeçleriyle bütün uğraklarda sünger misali emilip çekilen bu “yeni” levha, barındırdığı farklılıklarla birlikte yaşamsal, kültürel, ekonomik, sanatsal vb. bütün yaşama biçimlerinde eksiksiz etkisini gösteriyor elbette.

Söz konusu bu değişimler zinciri bütün sanat dallarında, sanatın akla gelebilecek her yakasında bir büyük değişimi de tetikliyor. Bu değişim fayı,  öykücülüğümüzü de olduğu gibi etkiliyor.

Üstelik bu değişimler hepimizin tanıklığında gözler önüne seriliyor, çünkü gerek değişim gerekse bunun yol açtığı etkileşim, dayattığı gerçeklik yönünde yaşanıyor.

Kuşkusuz okuryazar herkes bu gerçeği, toplumsal hayatın her alanında yaşamımıza giren değişimi, yanı sıra bunun yol açtığı etkimeyi görüyor, aynı zamanda bu etkimenin içinde âdeta savruluyor, bununla boğuşuyor, kendisine yol bulmaya çabalıyor, hem de yoğun biçimde.

Kaldı ki bundan böyle de gitgide kısalan aralıklarla değişimler yaşanacağı görmezden gelinebilir mi hiç?

Öykücülüğümüzdeki değişim eğrilerine girmeden gelin ilkin bu değişimlerin doğal-tarihsel zeminde topluma yansıyan nesnel izdüşümleri için herhangi kural-kayıt aramaya kalkmadan söz konusu olguya dönük gelişigüzel notlar halinde saptamalar getirelim önce:

  1. Bu üç yüzyıl içinde bir yandan aydınlanmanın kazandırdığı ivmeyle bilimde, düşüncede büyük ataklar yaşanmış, insan bir yandan yapay zekâyla kendini gösterirken aynı zamanda buna zıt hareketler de alabildiğine etkin rol oynamış, bütün toplumlarda insanlar robotlaştırılabilmiştir,
  2. Savaşlar-soğuk savaşlar âdeta birbirinin bütünleyicisi olmuştur,
  3. Ülkeler işgal edilmiş, sınırlar değişmiş, devletler kurulmuş-yıkılmış, terör-şiddet devlet politikası haline gelmiştir,
  4. İhtilaller, darbeler, devrimler-karşıdevrimler, savaşlar, işgaller, toplu kıyımlar, sürgünler, göçler iç içe bir örüntü oluşturmuştur,
  5. Uygarlık, doğadaki tahribin de aracısı yapılmış, dünya nüfusu 1850’lerde 1 milyar dolayındayken bu, günümüzde en az sekiz kat artmıştır. Bu nüfus yoğunluğu, devlet yönetimi sistemlerindeki alt üst oluş nedeniyle gelişmiş olsun olmasın aynı bir ülkede bile büyük gelir düzeyi uçurumlarına yol açmıştır,
  6. Doğanın tahribi sonucunda ortaya çıkan küresel iklim değişikliği, karbon ayak izindeki olumsuzluklar, türlerin yok oluşu vb. tehlikelerle birlikte, dünya âdeta terk edilmişçesine bir uzay savaşı da baş göstermiş, bu aşamada doymak bilmeyen kapitalizm-emperyalizm, insanlığa süreç olarak faşizmden başka bir şey getirememiştir.

Bütün bu olgular dünya öykücülüğünde de bizim öykücülüğümüzde de elbette kendisine yer bulmuştur. Ancak öykü, gazete ya da ders kitabı değildir, öyküleme, sanattır. O işini, sanat yoluyla yapar. Haftaya buradan gireceğiz.