SAYFA YAZISI; ‘PERŞEMBE ADASI’…

“PERŞEMBE ADASI”…

M.Sadık Aslankara
(11.04.2024 YAZISIDIR.)

Perşembe Adası (Varlık, 1955), Faik Baysal’ın (1922-2002) otuzlarında bu başlıklı öyküsünü ad alarak yayımladığı ilk öykü kitabı.

Faik Baysal, günümüzde genel okur nezdinde yaygın bir bilinirlikle tanınıyor olmasa da yazın kamuoyunun öncüleri özellikle öykü-roman türlerinde öne çıkan adlar arasında anılması gerektiğini biliyor yine de en azından onun.

Yazar, anlatıcısını, doğduğu kent Adapazar’la İstanbul arasında düşler içinde götürüp getirir öyküsünde. Toplumdaki keşmekeşi, kendi iç dünyasından geçirirken sıkışıp bunaldığında, boğulduğunda “Perşembe Adası”na sığınır.

Bir düş adasıdır Perşembe Adası kendisine, bu adaya yöneldiğinde Robenson olacaktır aynı zamanda. Ne var ki çevresini kuşatan ne varsa olup biten, olaylar, kişiler “Robensonluğundan eder” onu. Ama adasını düşlemekten bir an bile geri kalmaz.

İçinden patlamak ister:

“Bırakın beni yahu! Benim de kendime göre derdim var. …Robenson’luğumdan, Perşembe Adası’ndan etmeyin beni.”

Faik Baysal’ın Perşembe Adası’ndan kendi perşembelerime geçtim kendiliğinden.

Benim de perşembelerim var, Faik Baysal’ın düş adasına benzeyen.  Çekilirim “Kitaplar Adası”na, yalnız perşembeleri mi, neredeyse tüm ömrüm geçer orada. Mutluyumdur, her an okuyup yazmalarla nefes alsam da kendi düşlerimde yaşamak, bunu tutkuyla istenen bir yaşam biçimine dönüştürmüş olmak mutlu eder beni.

Dergilere ara verdiğim 1975’le birlikte epeyi sessiz kalmıştım ama süreğen biçimde yeniden yazmaya yöneldiğim 1989’dan bu yana aralıksız otuz beş yıl boyunca binlerce kitap geçti masamdan. Yazarların, tiyatrocuların, belgeselcilerin binlerce hayaline dokundum, kendilerini değilse bile yapıtlarından kalkarak enikonu kendi adalarını tanımış oldum bir biçimde.

Son yirmi yıldır ben de bir adadayım: “Kitaplar Adası”nda, bir adalıyım artık. Son sekiz yıldır buna ekli duran “Sayfa Yazısı” kadar, oylumlu ama daha derinlikli olduğunu düşündüğüm kitap-lık yazıları da ulanmalı…

Okuya, izleye, seyrede geçen bütün bu yazmalar daha ne kadar sürer kestiremiyorum. İsterim ki, yaşamım boyu sürdürebileyim bu edimi.

Bu, kişisel, öznel bir duruma karşılık geliyor elbette. Öyle ya, böyle bir “ada” yaşamını yeğleyip sürdürmeye karar vermişsem bunun, başkalarını ilgilendirmeyeceği su götürmez.

Ancak okuma, izleme, seyretme vb. edimlerim değilse bile, çünkü bunlar da kendi içimde yaşayacağım bir eylem biçimi olacaktır, ama bunlardan kalkarak eylemlerimi yazıya döktüğümde işte bu, benim dışımdakileri de doğrudan ilgilendirecektir. Özellikle yapıtları üzerine yazdığım kişiler, bu yapıtların verimleyicileri bu edimlerimin öznelerine dönüşecektir hemencecik.

Birbirimizi görmeden, birbirimizle tartışma olanağı bulmadan, zaten buna girişmeye de yeltenmeden.

Çünkü verimleyici bir yapıt üretip ortaya koymuştur. Yapıtın kendisi bir söylem bütünüdür. Bir alımlayıcı olarak ben, kalkıp bu yapıtı masama almış, onun üzerinde düşünsel, birikimsel dağarımla bir başka metin kurmuşumdur, doğrudan bunu odağa alan. Verimleyiciyle alımlayıcı arasından birbirinden bağımsız bir eylem ortaya çıkmıştır. Karşılıklı olarak bu edimlerin buluştuğu tek düzlem yapıtın kendisidir. Yapıtla onun üzerine kurulmuş metnin birebir örtüşüp girişmesini sağlayan yapıtın kendisidir zaten. Öyle ki artık yapıt, o metinle birlikte vardır. Metin, onda içkindir.

Buraya dek bu akış doğal, merak ettiğim, yapıtın metinle buluşması sonrasında görünür, okunur hale gelmesiyle ortaya çıkan olası yaklaşımlar…

Bugüne dek imzamı taşıyan yapıtlarımın teki için bile başkalarının yaptığı değerlendirmeye dönük ağzımı açmadım. Çünkü bunların verimleyicisi bendim, yapıta değgin tasarımların bütün neyse, bunların tümü yapıtın kendisinde bulunuyordu, benim bu yapıtın özvarlığı dışında yapıtla ilgili, ama öze değgin söz etme gereksinimi duyuyor olmam, olsa olsa yapıtı zayıflatırdı, o kadar.

Bir söyleşi yapılır, o zaman yapıtımın ilineksel yanlarına değgin kimi sözler edebilirim, sözgelimi yapıtı verimleyişim üzerine nasıl bir süreçten geçtiğim, neler yaşadığım türünde, yapıtın özüne girmeyen, buna çanak tutmayan sözler olur bunlar. Yapıt, öykü, roman, oyunsa yazıyla ama her türün kendine özgü mantığıyla, sahnelenmişse eylemsel, filme çekilmişse karesel dil-mantık yapısıyla kendini koymuştur, benim bunlar üzerine söz etme hakkım olamaz artık. Yapmam gerekenleri yerine getirmişimdir ya da bunun altından kalkamamışımdır, sonuçta bunları alımlayıcıya sunmuşsam, artık bu yapıtlar üzerine söz hakkım da kapanmıştır.

Çünkü metin de yapıt gibi tıpkı verimleyiş-alımlayış evresinde yaşanan üretim aşamasında gereksindiği her sözü gerçekte söylemiş, söyleyemediklerine değgin bunların imini, ipucunu göstermiş olmalıdır.

Bu yüzden bana göre süreç bu aşamada noktalanacaktır, ne var ki başkaları, bu alımlamayla birlikte farklı tarihlerde, hatta çok uzun bir zaman sonra bile sürece katılabilir pekâlâ. Bu durumda yapıtla bunun üzerine kurulu metnin verimleyicilerindeki karşılıklı ele alış dışında farklı alımlayıcıların edimleriyle karşılaşılabilir.

İşte yapıtla bunun üzerine kurulan metnin buluşması sonrasında konuşması olası, konuşabilecekler, bunlar olacaktır, olmalıdır.

Merak ettiğim de bu; binlerce öykü-roman-oyun, sahnelenmiş oyun, çekilmiş belgesel üzerine kurduğum binlerce metin, aynı şekilde binlerce kişi tarafından ele alınırken bunu alımlayanlar yapıtla-metin buluşması karşısında ne düşünüyor acaba, siz olsanız merak etmez misiniz? Benimki de bu hesap.

Bir işlevi oluyor, katkı sağlıyor mu metinlerimin, biri çıksa söylese keşke.