SAYFA YAZISI; ÖYKÜMÜZÜN ÜÇ CENGÂVERİ…

ÖYKÜMÜZÜN ÜÇ CENGÂVERİ…

M.Sadık Aslankara
(21.03.2024 YAZISIDIR.)

“Öykümüzün Üç Cengâveri” diyorum ya bakmayın böyle söylediğime, biri öyküyü zaten şairliğiyle birlikte sürdürüyor, bana sorulursa üçü de şair derim gönül rahatlığıyla, çünkü birer dil büyücüsü, söz simyacısı üç cengâver de. Öyleyse yalınkılıç şairler olarak anabiliriz pekâlâ kendilerini.

Kim mi onlar? Feyyaz Kayacan (1919-1993), Özcan Ergüder (1929-2014), Bilge Karasu (1930-1995).

Bu üç yazar, ilk öykülerini 1950 başlarında yayımlamaya koyuldu yazın dergilerinde, ardı sıra yine birbirine yakın tarihlerde ilk öykü kitaplarıyla sökün ettiler peş peşe.

Onlar, henüz bu kitaplar gün yüzüne çıkmamışken daha, dergilerdeki öyküleriyle, bunlarla sağladıkları görünürlükle dikkati çekmekte gecikmediler tabii. İşte tam bu sıralar, 1950 Kuşağı öykücülerinin çekirdek grubu da, elleri kulağında öykücülüğümüzün altın çağını başlatmak üzere bir geri sayışa geçmişti diyebiliriz.

Henüz yirmilerin başındaki bu bir avuç genç delikanlı kendilerini öyküde birer Sait Faik ardılı bağlamında konumlandırmışlardı, bunu biliyoruz. Sait Faik’in yanına, ardına Sabahattin Ali, Memduh Şevket Esendal, Haldun Taner, Oktay Akbal, Orhan Kemal, Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç vb. pek çok öykücüyü katarak bu yolculuktaki yürüyüşlerini sürdüreceklerdi, yer yer bu adlarla uyuşurken yer yer tartışıyorlardı da.

Ne var ki dönemin dergilerinde üç yazarın öykülerini okudukça, bu cengâverlerin ötekilerden farklı olduğunu görüp deneylemenin getirdiği yaklaşımla aralarında tartışıyor, silkelendikleri bu öyküler karşısında kendi öykü yataklarını daha farklı hazırlayabilmek amacıyla kollarını sıvarken, bunu ortaya koyabilmek için yoğun biçimde düşünüyorlardı. Öykücülüğümüze doğmakta olan o altın çağ böylelikle her geçen gün biraz daha mayalanıp şekilleniyordu.

Derken cengâverler, dergilerde yayımladıkları öykülerin ardından öykü kitaplarını da paylaştılar yazın kamuoyunda.

Feyyaz Kayacan şiir kitapları yayımlamıştı daha önceleri ama bu arada ilk öyküler toplamı Şişedeki Adam’ı (1957), Özcan Ergüder tek kitabı Maskeli Balo’yu (1956), Bilge Karasu da Troya’da Ölüm Vardı’yı (1963) âdeta birer öncü kitap bağlamında okurla buluşturdu diyebiliriz.

1950 Kuşağı öykücülerinin ortaya çıkmasından çok kısa bir süre önce üç cengâverin yol açtığı etkimeye yer açıp özetle de olsa kendilerine değinmekte, bu imzaların kuşak üyeleri arasındaki yansımasına, yol açtığı işleve göz atılmasında yarar var.

Peki üç cengâver öyküde ne getirdi bize? Bu konuda neler söyleyebiliriz? Hiç değilse bir özet, notlama bağlamında bir iki söz etmemizde yarar var.

Üç yazar bize, çağdaş öykünün anlatılanla ortaya çıkmayacağını, tersine önce anlatıdaki biçimle, biçemle bir anlam ağı oluşturacağını, bunun bir artalan konumuyla bütün öyküye yayılarak bunun da yine okurca işlenip bütünlendikten sonra ayağa kalkıp ancak somut hale geleceğini gösterdi.

Üç cengâverden önce de bu gösterilmişti kuşkusuz, ama onlar, bunun somutlanışında dikkat çekici geliştirmeler ya da yaklaşımlar sergileyerek olguya dönük bir başka türlü ilgi topladı. Peki ne yaptılar da bu cengâverler, öykücülüğümüzü bu eşiğe taşıdı?

Aslında pek çok yazarımızın, çok daha öncelerden bu yana öykülerinde gerçeküstü, bilinç akışı, düş, sanrı, kaygı, uyumsuzluk, aykırılık vb. psikolojik oluntuları kullandığı biliniyor. Ancak bu üç yazar, yer yer kübik yer yer ıraksak yakınsak kaydırmalı bir hareketlilikle öyküyü masala yatkın oyun düzeni içersinde buna dayalı yapılandırarak metni farklı bir cilayla kapladığı için bunlara âdeta çok başka bir çekicilik kazandırdı.

Her seferinde öncekinden farklı bir çatılama getirmeye, öyküyü yalnız, ancak kendisinin var edebileceği bir yapılandırmayla üretmeye çabaladığı görüldü yazarların. Karşımızdaki geniş evren şeması, aynı zamanda geçmişten bugüne önümüzde alabildiğine geniş bir perspektif açarak bizi de oyuncu konumuyla âdeta öykünün öğesine dönüştürmekte de gecikmedi bu arada.

Diyelim cengâverler birer oyun kuruculuğa soyunurken her bir okuru da oyuncu halinde yönlendirdi.

Öykünün en sert kavkısı dil olarak ortaya çıktı yine de. Yalnız imge, ses, söz zenginliği değildi bu, anlamsal yelpaze, dağar çoğulluğu da değildi, yepyeni bireşimler yaratmanın, aynı metinle farklı diller kurmanın da yaratıcı verisini oluşturan bir temel ilke, arkeydi bu. Böyle olunca hemen her öykü her seferinde sanki ilk kez karşılaşılan bir dille kurulmuşçasına okuru şaşırtıp farklı etkilere yol açabildi.

Birey-toplum yaşamının her değişkesinin, bu anlamdaki her dolantının kendisine yer bulduğu, ötesinde sorunlara yer açmaktan kaçınmadığı, ama metinde bu tür sorunların üstesinden gelmek gibi herhangi romantik yaklaşıma da yüz vermeden karşılık bulduğu bu öyküleme, bireysel-toplumsal sorunlara yönelişte böylelikle farklı bir anahtar sunmaya çabalayan yapı içermiş oldu. Bunun için her öykü bu konuda getirdikleriyle özgün köpürtmeler sergiledi aynı zamanda.

Bugünden bakıldığında bu üç cengâverin öykücülüğünden belki de en çok 1950 Kuşağı öykücülerinin çekirdek grubu mu yararlandı diyeceğiz peki?

İkinci Yeniden en çok kimler yararlandı diye bir soru gelseydi önümüze ne yanıt verirdik, buna benzer biçimde öykünün üç cengâveri belki de en çok 1950 Kuşağı üzerinde etkili oldu diyebilirsiniz, ama hayır, çok fazla geçemedi ama 1990 Kuşağı öykücülerinin en çok etkilendikleri yazarlar bunlar oldu işte.

Bugün 21 Mart Dünya Şiir Günü. Öyküden söz açtığıma bakmayın, üç şairimizin öykü hünerine değinmiş oldum aslında. 

Hadi öyleyse yeni şiir günlerine, öykü günlerine…