SAYFA YAZISI; SAHNEDE GEZİNEN ‘FOSFORLU’ ÖYKÜCÜ..

SAHNEDE GEZİNEN “FOSFORLU” ÖYKÜCÜ…

M.Sadık Aslankara
(28.03.2024 YAZISIDIR.)

Günümüz okurunun gereğince tanımadığı, bu yüzden ortalıkta dolaşan kitabın yazarının pek akılda tutulamadığı düşünülebilir ama söz konusu roman eğer Fosforlu Cevriye’yse, bu sözün ardından şunu hemen eklemek de olanaklı: yazarın değil, yapıtının daha çok bilinir, tanınır olduğu söylenebilir o halde kolayca. Öyle ya iki kez filme çekilmiş, Gülriz Sururi tarafından sahneye uyarlanmış Bir Fosforlu Cevriye var ortada.

Ne var ki yapıtının gölgesinde kalmış olsa bile, kendisi de “fosfor” izi bırakarak o parlak yıldızlar arasına karışmış çok değerli, özgün bir yazarımız o, asla unutulmaması gereken bir ad: Suat Derviş (1905-1973).

Suat Derviş, bir yazar, eleştirmen, incelemeci değildi yalnız, çok yönlü bir sanatçıydı, ilkin bunu söylemeli. Müzisyendi, görsel sanatlar, sinema-tiyatro her biriyle kol kolaydı, çevirmendi, kadın savaşımının önde giden örgütçüsü, aynı zamanda bir siyasal eylemciydi, bunların yanında gazeteciydi, gezgindi de…

Bunlar sayıp sıralayabildiklerim olsun, öyle ya, kim bilir daha ne hünerleri, becerileri vardı onun geçmişin belgelerinde gözlenebilecek.

Sonuçta yukarıda andığım birikimlerini yazarlığında yeniden kurup yapılandırdı, özgün bir yazınsal mimariye dönüştürme doğrultusunda ciddi bir yazınsal kazı bütününe imza attı. Anlatısında tiyatroyla sinemanın iç içe ilerlediği, görüntüden âdeta nasıl yararlanılması gerektiğini bize bulgulatan bir yazarlık hüneriyle öykü-romanlar kaleme aldı.

Attilâ İlhan, yayımladığı tek öykü kitabı Yengecin Kıskacı’na (İş Kültür, 2002) alıp 19 Ekim 1998’de “Önsöz Yerine” başlığı altında karaladığı satırlarında yazarların metinde kullandığı bu görsellik kavrayışı üzerine bakın neler söylüyor:

“‘Görselliğin’ –o tarihte sinemanın- romanı ve hikâyeyi çok etkileyeceğini, Sokaktaki Adam’ın önsözünde yazmıştım: Etkileme, savaş ertesi yazarlarda, muhtevadan kopup şekle sığınmak şeklinde gelişti: ‘Yeni roman’ ya da ‘post/modernizm’! Oysa savaş öncesinin ‘büyükler’i –bu arada Malraux, Hemingway, Pavese, Ehrenbourg, Malaparte, Koestler, Aragon vb.- tam tersini önermiş ve denemişti: Üç boyutlu görselliği, iki boyutlu yazıya göçürmek! Bu, klâsik ‘tahkiyeye’ (öyküleme tekniğine) veda etmekti: Görselliğin ağır bastığı bir tipleme, olaylama ve kurgulama tekniği geliştirilecek; üslup ve ifade, nesir cambazlığı, ya da süslü gevezelik yerine; okurun hayal gücünü uyararak, anlatılanın üç boyuta taşınmasını sağlayacaktı.”

Attilâ İlhan’ın, bunları uyguladığını söylediği büyük yazarlar arasında Suat Derviş’in adını anması gerekmezdi elbette, ancak kendi payıma, öykü-roman yapıtlarını okumuş biri konumuyla onun adını da bu yazarlar arasına katmakta doğrusu ya, hiçbir sakınca görmüyorum diyebilirim.

Gerçekten de onun öykülerini okurken böyle bir izlenime varmamak olanaksız neredeyse. Nitekim son yıllarda yayımlanan Latin harfleriyle ilk kez basıldığı için yenice okuduğum üç öykü kitabındaki pek çok öykünün Attilâ İlhan’ın sözüne uyar biçimde bir nitelik taşıdığı apaçık görülebiliyor.

Hangi kitaplar bunlar, Behçet Necatigil’de yer alışıyla öyküler yayımlanış tarihi bakımından şöyle sıralıyor: Ahmet Ferdi (1923), Behire’nin Talipleri (1923), Beni mi? (1924).

Üçü de harf devrimi öncesi Osmanlıca Türkçesi, Arap alfabesiyle basılmış öykü kitapları. Üstelik o sıra Suat Derviş henüz yirmisine bile girmemiş bir genç kız. Kaldı ki yine bundan önce yayımladığı bir de romanı var genç ustanın: Kara Kitap (1920)

Edebiyat tarihimizde yirmisine varmadan böyle üç öykü kitabı birden yayımlamış tek örnek de olabilir Suat Derviş pekâlâ. Yazarın bu doğrultuda nasıl bir üretkenliğe sahip olduğunu, bu yanıyla yazınımızda özgün yer tuttuğunu görebilmek için Serdar Soydan’ın, andığım kitaplarda yer alan “Suat Derviş ve Eserleri” başlığıyla kaleme aldığı “kronolojik biyografi”den aktardığım şu alıntıdan kalkarak olguyu çok daha açıklıkla görüp yerine oturtmak olanaklı:

“23 Temmuz 1973 tarihinde öldüğünde geride kırkın üstünde roman, yüzlerce öykü, yüzlerce, hatta belki binlerce yazı bırakır. Bu -bildiğimiz ve bilmediğimiz takma adlarını da hesaba katarsak- toplanması, bir araya getirilmesi neredeyse imkânsız bir külliyattır.”

Suat Derviş’in andığım öykülerini yayına hazırlayanlardan Emine Hızır-Sevdagül Kasap ikilisi, Beni mi? için düştükleri notta, 1926’daki Sühulet Matbaası baskısını temel aldıklarını söyleyip şunu ekliyor: “Metinde herhangi bir sadeleştirme yapılmamış, metnin orijinaline sadık kalınmıştır.”

Bu çok önemli. Çünkü bu üç kitaptaki öyküler, diyelim genelde yüksek zümre insanları arasında geçiyor görünse de anlatı hep Ömer Seyfettin, Memduh Şevket Esendal ardılı halk diliyle kuruyor. Yazınbilimci Seval Şahin, yapıt için kaleme aldığı “Önsöz”de, “edebiyatımızın bu döneminde çok rastlanmayan bir anlatım tekniği”nin altını çizerek, “kitaptaki hikâyelerin tamamında bu sahne havası, bir sahnede başkalarına veya bir sahneden karşılığı olmayan bir izler/dinler/okur kitleye seslenme söz konusudur” demesi üzerinde de durulmalı.

Evet yeni bir 27 Mart’ta, Dünya Tiyatro Günü’ndeyiz. Belli ki Suat Derviş gizli bir sahne insanı ,tiyatroyu iyi bilen biri olarak kurdu anlatılarını. Hem de yüzyıl önce.

İnsanın yazar olması, tiyatrocu olmasına engel değil. Erdal Atabek, sözgelimi yazar gazeteci Ali Sirmen’in, “aslında bir tiyatro sanatçısı olmak iste(diğini)” yazarken “aslında bir şair olduğunu düşün(düğünü)” dile getiriyor bu arada. (Cumhuriyet, 25.03.2024)

Nice güçlükler içinde yaşamını sürdürüp aramızdan ayrılan Suat Derviş’i yüzyıl sonra minnetle, saygıyla sevgiyle anmamak olası mı? Dünya Tiyatro Gününü Suat Derviş’i anarak onunla kutlamaksa bir değerbilirlik olacak ayrıca.