SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; BİR YAZIDA İLLE KENDİ ADINI ARAMAK;

BİR YAZIDA İLLE KENDİ ADINI ARAMAK…

M.Sadık Aslankara
(5.8.2021 YAZISIDIR.)

Dramatik tiyatro kavrayışının büyük ustası Stanislavski’den aktarmayla sanat ortamlarında söylene söylene yaygınlaşıp aforizmaya dönüşmüş bir söz vardır, benim de aralıklarla aktardığım.

Bir Karakter Yaratmak adlı yapıtında, sanat ortamlarında atasözüne dönüşmüş biçimiyle şöyle der Stanislavski:

“Sahnede kendini sevme, kendini sahnede sev.”

Herhangi sanat dalında üretimde bulunan, bu doğrultuda zaten bireyleşmiş birinin güçlü kişilik olarak “ego”suna elbette hoşgörüyle yaklaşılır, yaklaşılmalı da. Ancak bu “ego”, olağan sınırlarını aşıp çevresini, giderek yazın ortamını kırar yıkar hale geldiğinde, özetle “narsisistik” boyuta ulaştığında sanatçının kendisi de dâhil, bundan tüm toplumun, insanlığın zarar göreceği açık.

Ancak şu da var, tüm sanat alanlarıyla dallarında böylesi sakat anlayışa sahip kişilere her zaman hatta sıklıkla rastlanabiliyor. Sözümona bu “hamhalat sanatçılar”, kişisel sanat üretimleri dışında kalan sanatsal eylemlerde bile kendilerini görmek-göstermek isteyen tutum sergiliyor neredeyse.

Stanislavski’den başladım yazıya. Buna benzer biçimde Ülkü Tamer’in ünlü, “Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten” dizesi de anımsanabilir yanı sıra. Bu dize de farklı söylemlerle artık atasözüne dönüşmüş değil midir “iktidarsız muhterislik” olgusuna dönük kuşatma olarak.

Geçmişte, üstelik Atatürk’ün TDK tarafından 1980 öncesinde yayımlanan Türk Dili dergisinin bir sayısında yazarlara, “Nasıl Yazdıkları?” sorusu yöneltilmiş, Adalet Ağaoğlu, yazın çevrelerinde klişeleşen müthiş bir yanıtla tüm toplumun soru üzerinde durup bu yönde silkinmesinin önünü açmıştı.

Çok kısaydı Adalet Hanımın yanıtı:

“Ne yazdığımla ilgilenmeyenlerin nasıl yazdığımı merak etmeleri tuhaf.”

Böylesi tutumun tüm toplumu sarması halinde, ortaya nasıl vahim bir tablo çıkacağının sanatçı da ayırdına varamayacaksa, kim üstesinden gelebilir bu tuhaflığın?

Oysa biz genelde masallar dinleyerek anadilimizin sütünü içiyor, hikâyelerle emekleyip büyüyor, yürüyüp yola koyuluyor, sonuçta yine de “hayal-şiir çağı”nda yaşıyoruz bir yanımızla. Çünkü tüm canlılarda olduğu üzere insanoğlu da bireysel, toplumsal her oyununda hep böyle bir temel dayanak üzerine kurup yapılandırıyor yaşam anlayışını.

Görülmek, ayırt edilmeyi istemek çok doğal. Doğanın kendi işleyişi içindeki eleme-seçilme basamakları da bunu ele veriyor. Nitekim İliada’da büyük ozan Homeros’un Hektor’la Andromakhe’nin aşkı, vedası karşısında bizi duygulandıran hatta sahnenin kuruluşunu bize bırakan beş bin yıl önceki dizelerine ya da kimi erdem anlayışlarına, söylenler çağının mitik yansıtımlarına bakarak nerelerden nasıl gelirsek gelelim, sonuçta dünyanın yapayalnız varlığı olarak hepimizin de ancak sanatın koynunda rahatladığımızı göstermiyor mu?

Bütün bunlarda kendimizi görmüyor muyuz? Kendi özelimizdeki acıları da böyle çıkarmıyor muyuz?

Sanatın kendisiyle yetinmek, diyelim metinde geçen olgunun estetik düzlemde işlenişine bakarak bundan mutluluk dermek, okuduğumuz metnin bizi yeni bir “ben” yapışı karşısında büyüye kapılmak gibisinden bir yücelik dururken bunda kendi öznemizi aramanın, ille adımızdan söz edilmesini beklemenin bir mantığı var mı?

Ne ki “yeni yazarlar”ın çok büyük bölümü, âdeta toplu bulaşla edebiyatta kendini sevme hastalığına yakalandıkları izlenimi bırakıyor diyeceğim insanda. Hastalığı yenmek çok kolay oysa; kişi, bu yolda yaşadığı mutluluğu düşünebilse kendisini mutsuz eden hastalıktan kolayca kurtulabilir.

Kurak geçen mevsimlerde yanlış bir kanı yayılır; sebzenin meyvenin, balın sütün kıtlaşacağı düşünülür. İzlenimim o ki, doğru değil bu. Çünkü böyle dönemlerde canlılar, ölecekleri sezgisiyle kendilerinden sonra canlı getirmek için olağanüstü çaba harcıyor. Ağaçlar, yangında çok uzaklara tohum fırlatıyor.

Bunca yeni yazara, yazar olmak için soyunan, gerisini getiremese de kına gecesinde, düğünde ortada şöyle bir dönüveren delikanlı havasında kendisini göstermekle yetinen yazar adayına bakarak tuhaf bir duyguyla acaba diyorum, biz de buna benzer bir süreç mi yaşıyoruz? Diyeceğim, sürdürülebilir edebiyat yerine sürdürülemez bir edebiyat mı yaygınlaşıyor yoksa gide gide?

“Yeni yazarlar” üzerine yazdıklarıma getireyim sözü. Bu yazarlar, yapıtları üzerine yaptığım değerlendirmelerde nasıl bir tutum izliyor? Yazıda adlarını görmek mi muratları yoksa gerek kendi yazın anlayışları gerekse genelde yazınımız anlamında görece bir sonuç üretmeye girişebiliyorlar mı?

Cumhuriyet Kitap’ta yer sıkışıklığı nedeniyle eksik kalan, söylemek istediğim halde darlık nedeniyle söyleyemediğim düşüncelerim olmuyor değil, ne ki uzun yazılar için uygun değil gazetelerin kitap dergileri. Böyle yazılar daha çok edebiyat dergilerine yakışıyor. Bu nedenle kitap-lık’ta yazıyorum zaten. Ancak o kısa Cumhuriyet Kitap yazılarımda bile çok “şey” söylüyorum.

Hürriyet Yaşar, geçmişteki bir yazısında “Notu bol hoca”ya benzetmişti beni. O, böyle düşünebilir, karşı çıkmam. Turhan Günay da Fethi Naci gibi “sert tutum” aranırdı görece yazılarımda. Bu düşüncesini, doğrudan değil de “Fethi Naci biçeminde olsa,” diye dillendirirdi.

Ben, yazılarımda söyleyebileceğim her sözü söylüyorum aslında, hiç sakınmadan. Ama amacım hiçbir zaman bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek; üzümü sirkeleştirmek değil şarap yapmak oluyor.

Attilâ Şenkon, geçmişte bir yazımdaki öne sürüşlerden kalkarak bana ayar vermeye yeltenmişti. Gücenip alınmadım, Atillâ’nın daha sonraki bütün kitapları üzerine yazdım, son yazımın ardından, “minnet” duygusunu da paylaştı benimle.

Adalet Ağaoğlu gibi sorayım o halde: “Ne” yazdığımla ilgilenmeyenlerin “kim”den söz ettiğime göz atmalarında bir tuhaflık yok mu sizce de?