SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; UÇAMAYAN YAZARI UÇURMAK…

UÇAMAYAN YAZARI UÇURMAK…

M.Sadık Aslankara
(23.9.2021 YAZISIDIR.)

“Yazar”ları kuşla simgelersek, onların da uçanı, uçamayanı olduğu söylenebilir.

Yazıya girerken işin başında şunu söylemekte yarar var ama: Hiç kuşkusuz uçan kuşlar hep olacaktır hayatımızda. Kendi kanatlarına dayalı havalanışıyla, telekleri tekniğiyle, özgün çırpışı dalışlarıyla, süzüşü deneyişleriyle uçtuğu gözlenen yazarlar yani. Yaşarken de, sonsuzluğa göçtükten sonra da uçan, uçan.

Onlar zaten uçan yazardır; Leylâ Erbil, Sevim Burak, Bilge Karasu, Memet Baydur, Ferit Edgü gibi. Onlar öyle uçar ki, hiçbir fırtına, kasırga onları indiremez yere. Öyle bir noktaya gelirsiniz ki, ille o-ku-mak zorunda kalırsınız. Ha bir gün önce ha yüzyıl sonra, fark etmez, okumak zorundasınızdır, o kadar.

Ama dert, uçan kuşla değil, uçamayan kuşla, hayır, uçamayan kuşla da değil, uçurulmaya çalışılan kuşla.

Uçamayan yazar, aklı yerindeyse, görebilir yetersizliğini, uçuş denemeleri yapmak üzere çekilir geriye, kendi kümesine.

Kendini kümes sahibi gören, ötesinde kümesler sahibi olduğu vehmini taşıyanlar vardır ya hani, adına “sistem” denilen, “düzen” denilen, artık ne ad verirseniz, işte arada onun uçurmaya çalıştığı kuşlar olur.

Bu da bir uçuş biçimidir elbette, bu yolla uçan yazar da çıkacaktır aralarından, hem de pek çok. Bu da sorun değil. Ne ki uçmadığı halde uçuyormuş gibi gösterilen yazarlar yok mu, alın sıraya, işte sorun tam o noktada.

Uçacak bir yanı yoktur aslında yazarın, ama uçurulur, üstelik herkese nasıl uçtuğu bile gösterilir şerham şerham, toplum nezdinde ciddi bir yanılsama yaratılır böylece. Hani, “Şıh uçmaz, uçurulur,” deyişi vardır ya, ona benzer biçimde. “Kral çıplak!” demeniz de durumu değiştirmez. Yanılsama yaratılmıştır bir kez; uçup uçmadığı tartışılmaz artık, düşündürülmez zaten bu.

Oysa yazın, kendisine, uçuyor gibi gösterilen kuşları konu edinmez, kendi gücüyle, neredeyse anadan doğma uçma yetisi sergileyen yazarlardadır onun gözü. Haa, bunların kimileri uçtukları halde görülememiş olabilir yaşarken. Sözgelimi Oğuz Atay, tam da böylesi koca kanatlı bir kuştur, nitekim ancak öldükten sonra aslında dağ kartalı olduğu, güçlü kanatlarla ortalığı tavaf ettiği anlaşılabilmiştir onun.

E, oluyor böyle şeyler, bu yüzden sabır gerektiriyor. Diyeceğim, siz uçuyor olabilirsiniz gerçekten, ne ki kimsecikler görmeyebilir yine de, ayırdına bile varmayabilir bunun. Çığlık çığlığa yırtınacak haliniz yok, uçtuğunuzu göstermek için feryat figan ortalığı velveleye vermeniz de gerekmez bu nedenle.

O zaman ne olacak? Siz, siz olup ağırbaşlı suskunluk içinde ölmeyi bekleyeceksiniz kardeşim, her kuşun eti, ancak öldükten sonra tartıya vurulur. Edebiyat sanatı ya da yazınbilim, elindeki şaşmaz estetik teraziyle değerini, ederini verir her yazarın.

Böyle bir sonucu alabilmek için bir an önce ölmeniz gerekir, ancak bir önce ölmeye kalktığınızda da sonuç alamazsınız, kolay mı, öldüğünüzde tartının sonucunu göremeyeceğinize göre neye yarar bu?

Trajik tuhaf bir denklem çıkıyor işte karşımıza çaresiz, kuşyazar-yazarkuş’la uçmak arasında.

Kuşlarla yazarlar veya anlatıcılar arasında geçmişten günümüze kurulmuş ya da kurulagelen söylen, mesel, hikâye de bunu güçlendiriyor bir bakıma.

Size düşen tek iş kalıyor bu nedenle; uçmak, uçmak…

Herkesin gözü önünde herkese inat uçmak, göze girmek için değil, ne konuyorsa engel halinde önünüze, bunları göze alarak, bu engelleri aşarak uçmak. Herhangi aferini, madalyayı akla getirmeden, bir avuç darı veya bir şinik arpayı hayal etmeden, bir karşılık beklemeden uçmak. Uçarken, yalnız daha güzel, daha ustalıklı, daha sanatlı uçtuğunu gözleyip buna inanmak, içten içe bir tek buna sevinmek, aç da yatılsa bununla mutlu olmak, her havalanışta salt kendisiyle yarışarak uçmak.

Ve uçmayı, nefes alıp vermek gibi bir yaşam gereci haline getirip uçabilmeyi kendine büyük armağan olarak kabullenmek. Uçmak ve ancak uçarak hayata bir anlam katabileceğinin bilinciyle yol almak, bunları gözleyip sonrasında bunu ölçü yapmak.

Yalnızca kendi uçma yetisine yaslanarak uçmak, eksiksiz bir özgüvenle, takma kanat falan bunlara gereksinim duymadan, butafor tarafından yapılıp da tepede kayaya kondurulmuş olmanın iğvasına kendisini kaptırmadan uçmak.

Böyle yükseklerde, hiçbir engel tanımadan uçma eylemiyle, uçabilme özgürlüğüyle, bir tek bununla mutlu olmak, aferini, madalyayı, darıyı, arpayı böyle armağan etmek kendine.

Uçurulmayı ummadan, dilek tutmadan, bunun için sağı solu kollamadan, hiçbir biçimde, yolla bunu aranmadan uçmak; uçuvermek işte, öylece, kanat çırpıp uçmak, ardına bakmadan.

Bu yetiniz varsa, herkesin gözü önünde uçuyorsanız kimse tutamaz, yakalayamaz, ayağınızdan yakalayıp yere bağlayamaz sizi, hiçbir güç başaramaz bunu, elinde nice olanak, yetki bulunsa da.

O halde bunca sözün ardından şunu söyleyebiliriz; bir yazarın, özgür kuş misali uçmaktan başka derdi olamaz. Kuş, bunu kavradığında, bunun bilincine vardığında yazar uçacak, uçtukça daha yükseklere çıkabildiğini gözleyecektir aynı zamanda.

Yeter ki yazar, asıl derdinin bilincine varsın, “uçma” eylemine odaklansın. Buna odaklandığında yetkin bir yazarkuş olacaktır.

Ya ben, ben yazarkuş, kendim için ne düşünüyorum uçmak, uçurulmakla ilgili? Ne diyeyim, Nesimi Ustamın ardılıyım ben. Gâh çıkarım gökyüzüne, Gâh inerim yeryüzüne, o yâr benim kime ne?

Bilmem anlatabildim mi?