BANA GELEN MEKTUPLAR: Mümtaz Gökçebağ

Sevgili Sadık Ağabey,

Bizler için yaşam öylesine hızlı ve coşkuyla akan bir ırmaktı ki, çevremizde dost yüzleri kısa sürede yitirdiğimizi ancak yıllar sonra fark edebildim. Biraz şaşkın ama yine de umutlu aramalara giriştim. Çocukluğumun en güzel dostluk anlarını bana sunan Sadık Ağabeyimi aramaya emekli olduktan sonra hız vermiştim. Elimde isminden başka hiçbir bilgi yoktu. Denizli’den 1969 yılında İzmir’e taşınmış, birkaç günlük kısa akraba ziyaretleri dışında, uzun süreli geri dönüşler yaşamamıştım.  Zaten sağlıksız yaşam biçimim nedeniyle de kendi kendime bir yol haritası çizecek durumda da değildim.

2001 yılında emekli olunca soluğu eski Hatipoğlu mahallesinde aldım. Çocukluğumun geçtiği bu özel yeri otuz yıldır görmemiştim. İnanılmaz bir hayal kırıklığı, geçmişimin tümüyle silinmesinin o inanılmaz acısı, eski mahallemin artık olmayan yollarında dolaşırken göz yaşları biçiminde yanaklarımdan süzülüyordu. Ama işte tam o anda bir mucize gerçekleşti. Sadık Ağabeyimin sokağı, evleri tıpkı bıraktığım günlerdeki gibi, aynen ve dimdik ayakta duruyordu. Sevinçle oraya yöneldim en son kırk yıl önce girdiğim tahta kapının önünde saygıyla eğildim. Eşikteki taş bile değişmemişti. Zaten taşlar çok zor değişir değil mi? Sadık Ağabeyinin evinde yaşam izleri var gibime geldi ama kimseyi bulamadım. Çaresiz geri döndüm, hayallerimde kalan diğer evleri keşfetmeye çalıştım.  Ve yıllar bir kez daha su gibi akıverdi.

2016 yılında bu kez doğrudan Sadık Ağabeyimi bulma umuduyla Denizli’ye geldim. Henüz öğlen olmamıştı, enerjik bir istekle sokağa girdim, Sadık ağabeyimin evine yöneldim. Eski kapı her zaman olduğu gibi sevinçle karşıladı beni ama ardından olanca hüznüyle sustu. Birden ev aklıma geldi. Hiç olmazsa onu görebilmek umuduyla yandaki duvara tırmanmaya çalıştım. Uzun uğraşlardan sonra belki on saniye kadar duvarın üzerinde durmayı becerdim. O kocaman ev biraz küçülmüştü ama tüm haşmetiyle karşımdaydı. Sadık ağabeyimin alt kattaki odasının penceresine takıldı gözüm. Orada ilaç kutularından yaptığı kentin sokaklarında buldum kendimi. Diğer çocuklar dışarıda köpek kovalarken, biz yarattığımız modern kentin düzgün caddelerinde özgürlüğün tadını çıkarıyorduk. Kendi kentimizin yöneticisi olmamızdan gelen bir gururla dimdik göğe yükseliyorduk. Bu duygusu hissedebilen kaç çocuk vardır ki?  Bahçe ayrı bir ülkeydi bizim için. Telden arabalarımızla hiçbir hız tuzağına yakalanmadan, özgürce araç kullanırdık. Mevcut düzen değil, bizim düzenimizdi tüm o çocukluk ülkesini yöneten. Özgürce, hiçbir çıkarı olmadan paylaşabilen insanların oturduğu. Sonra o yaşlı eve baktım. Önce fark etmedi, muhtemelen gözleri pek seçemiyordu ama sonra, her yanı çürümeye yönelmiş o eski yapı beni görünce öylesine sevindi ki, bir an zıp zıp zıplayarak oracığa çöküverecek diye ödüm koptu. Hemen duvardan indim. Kapının arkasına saklandım. İşte o sırada yandaki beyaz badanalı ev gözüme çarptı. Perihan teyzeler otururdu orada. Kızı Süheyla ile alt alta, üst üste boğuşmuşluğum vardı. Merakla kapıyı çaldım, genç bir kadın çıktı. Sadık Ağabeyi sordum umutla ne yazık ki hiç tanımıyordu. “Birileri arada bir geliyor ama bilmiyorum” diye yanıtladı sorularımı. “Kayalık camiinin oralarda oturuyorlar” diye ilave etti. Küçük adımlarla Kayalık Camiine gittim. Aylak aylak yeni oluşmuş sokaklarda dolaştım. Hani Sadık Ağabeyim belki beni görür, “Mümtaz, nerelerdesin yahu, gel kahve içelim” der diye bekliyordum. Oysa gerçekler her zamanki gibi katı ve duygusuzdu. Yine de biraz duygusallık katma adına, oradan “kayalık camii” isimli tablomun eskiziyle döndüm. Şu anda şövalyemin üzerinde duruyor. Nisan’a kadar biter diye düşünüyorum.

Ancak Denizli’deki çalışmalarım tümüyle sonuçsuz değildi. Sadık ağabeyimin, tam da ondan beklediğim gibi, okul sıralarında tiyatroculukla uğraştığını ve bu taşra kentine edebiyatı getirmeye çalıştığını öğrendim. Ele avuca sığmayan, sürekli sorun yaratan bir genç varmış.  Sorun şu ki, Sadık ağabeyimin soyadını bilmediğim için aynı kişiden söz edilip edilmediğini bir türlü anlayamıyordum. Sonuçta bir isim benzerliği de olabilirdi.

2016 kasım ayında Yalçın Ağabeyim Denizli’de bir sergi açtı. Ben de oradaydım şüphesiz ve tıpkı Sadık Ağabeyim gibi yitirdiğim pek çok dostumu, o sergi sayesinde yeniden buldum. Rahmetli halamın çocuklarını, torunlarını, gelinlerini, damatlarını tanıma fırsatı yakaladım. Neredeyse tüm çocukluğumun çevresini geri kazanmış gibiydim. Bir tek Sadık Ağabeyim hala yoktu. Aslında Tiyatro ve Edebiyat dalındaki çalışmalarıyla ün yapmış bir Sadık vardı ama onun benim ağabeyim olduğunu gösteren hiçbir ize rastlamıyordum. Yine de şansımı denemeye karar verdim. Çünkü benim bildiğim Sadık Ağabeyimin hayal gücü öylesine yüksekti ki, onun sanat ya da edebiyat dışında bir alanda faaliyet göstermesi neredeyse imkansız gibiydi. Şimdi iş Sadık Aslankara’nın telefonunu bulmaya kalmıştı.

İzmir’de bizim bir felsefe topluluğumuz var. Düşün ağırlıklı kitaplar okuyor, ayda bir toplanıp eseri değerlendiriyoruz. Neredeyse on yıldır birlikte çalışan bu topluluk Ekim ayında “artık biraz da roman okuyalım, bu kadar çok felsefi eser bize ağır geliyor” diyerek yazar Gönül Çatalcalı’nın İsimsiz adlı kitabını ele almaya karar verdi. Gönül ile ben neredeyse yirmi yıldır eşi Cihat aracılığı ile tanışıyorum. Birbirimize gider geliriz. İşte geçen Cuma günü Kasım ayı toplantımızı yaptık ve konuk yazarımız Gönül Çatalcalı idi. Toplantının ardından sohbet ederken, Gönül bize İsimsiz’i değerlendiren Sadık Aslankara’dan söz etti. İşte o anda beynimde bir şimşek çaktı. Hemen sordum.
“Bu Sadık Aslankara Denizli’li olabilir mi?
“Evet, Sarayköylüymüş.”
“Sende telefonu var mı?”
“Evet var.”
“Sonunda” diye bir çığlık attım içimden.

Ertesi sabah Gönül telefon numarasını göndermişti. Hemen arayamadım. Biraz hayal gücü kattım işin tadını çıkarmak istercesine. Sadık Ağabeyim Pazar günü kalkacak, kahvaltısını yapacak, şöyle bir keyif kahvesi içerken ona telefon açacaktım. Kahve kısmını bilemem ama diğer bölümleri eksiksiz uyguladım sanıyorum.

Sevgili Sadık ağabeyciğim,

İşte böyle. Son iki yıldır ağırlık verdiğim “seni” bulma maceramı bu sabah ya da öğle tamamlamış bulunuyorum. Elbette merakla internete baktım senin için ki daha önce de bakmıştım, yaşamın doğru çizgisinde eserler vererek ilerlemene çok mutlu oldum. Çocukluk hayallerimizi gerçekleştirme yolunda ikimizin de benzer uğraşlar verdiğini görmek beni daha da mutlu etti.  Işık Kansu’nun Issızlığa Kaçan Çocuk yazısını bir solukta okudum. O yazının her satırında aslında ben de vardım. Sana teşekkür etmeliyim. Bana yitirdiğim çocukluğumu geri verdiğin için.

Sevgi ve saygılarımla
Mümtaz Gökçebağ

Not: Bana ait bir şeyler okumak istersen adres:
https://gokcebag.blogspot.com.tr/

18.12.2016