3. Erdem Öztop; Cicoz Söyleşisi – Aralık 2008

M.SADIK ASLAhttp://psdfreebies.com/NKARA İLE SÖYLEŞİ
(CUMHURİYET KİTAP)

ERDEM ÖZTOP

Sadık Bey, yeni kitabınız Cicoz geçen günlerde yayımlandı. Sizinle Sığınak adlı romanınız üzerine söyleştikten sonra yeni kitaplarınız için geçen yıllarda, belli dönemler içinde hep ısrarcı sorular yönelttim. Ve sonunda, aradan epey de uzun bir zaman geçtikten sonra buluştunuz biz okurlarınızla! Romandı beklediğim ama öyküyle çıkageldiniz, neden?

Sadık Aslankara: Yeni öykülerim, romanlarım, oyunlarım, sırası geldiğinde masama alıp da üzerinde çalıştığım, sonra da yayına hazırladığım dosyalar biçiminde gelişmiyor hiçbir zaman. Yani, “Eh, sırası geldi, artık öykü yazayım”, “Hah, şimdi de sıra romanda” diye ne bir düşüncem ne de kaygım oluyor. Bunlar, tüm zamanlarıma, edimlerime katılıyor. Bir biçimde öyküyle, romanla, oyunla hem de sürekli iç içe yaşıyorum da diyebilirim. Yazdığım, ama henüz yayımlamaya karar veremediğim azımsanmayacak sayıda öykü, bunlara eklenebilecek roman, oyun varlığımın öylece bir köşede beklemesi, yayımlanmaya değer olmayışından değil, benim bunları yayımlamaya karar veremeyişimden kaynaklanıyor. Ancak romanla, oyunla değil de öyküyle çıkagelişimin, görece beni dürten bir yanı olduğunu söyleyebilirim yine de Sevgili Erdemciğim. Biliyorsun, öykülerim, bir “ilk öykü kitabı” olarak yalnız başına duruyordu orada öyle. Uykusu Sakız’dan söz ediyorum. Üç romanım, üç oyunum okurun önündeydi de öykü kitabım tek’ti. Öykü sanatı, öykücülüğümüz, öykü kitapları, öykü yazarları üzerine bugüne dek bin sayfanın üzerinde düşünce üretmiş biri olarak istedim ki, okur, özellikle de öykü okuru, beni öykü dağarım bağlamında bütün çıplaklığımla görebilsin…

Öyküleriniz bir roman bütünlüğü de oluşturuyor aslında. Kahramanlar, mekânlar öykülerin ardı sıra devam ediyor… Yeni öykülerin yedi yılda yazılmış olması uzun bir zaman dilimi değil mi? Gerçi biliyoruz hayatta ne kadar çok parçaya bölündüğünüzü… Bir yanda tiyatro, diğer yanda sinema ve bunların ortasında edebiyat…

Sadık Aslankara: Cicoz, ne denli bütünlük yansıtırsa yansıtsın, okuru ne oranda romana doğru kışkırtırsa kışkırtsın her biri birer öykü olarak örüntülenmiş, evreniyle, kişileriyle öykü türünün gerekleri yönünde yapılandırılmış verimlerden oluşan bir kitap bana göre… Nitekim buradaki öykülerden ikisini farklı yıllarda İzmir, Ankara öykü günlerinde katılımcılarla paylaştım öykü okuma saatlerinde. Sunduğum öykülerin ikisi de sıcak kabul gördü diyebilirim… Bunların ikisi de o sıra, şimdiki kitap bütünlüğü içinde yer almamışlardı oysa. Diyelim şimdi okunduğunda, Cicoz başlıklı öyküler toplamı, öykünün yanısıra roman tadı da bırakıyorsa eğer, eh olabilir bu tabii… Ne diyebilirim buna? Bir öykü kitabı roman tadı bırakamaz mı yoksa? Sonra ben, öykü yazmayı sürdürüyorum hep. Peki ne zaman yazıyorum öykülerimi? Günün hangi saati olursa olsun… Ne zaman yazmıyorum ki öykü, nasıl yanıt verebilirim buna?… Sözgelimi birkaç yıldan bu yana yeni öykü kitabım üzerine çalışıyorum, kimselerin haberi yok henüz bundan… Çalıştığımı biliyorum da, ama bu yeni dosyamı ne zaman yayımlayacağımı soracak olursan, işte bunu bilmediğimi söyleyebilirim gönül rahatlığıyla… Artık kendi başına ne zaman kanat çırparsa yuvadan uçmak için bu öyküler, okurla da ancak o zaman buluşacaktır herhalde…

Cicoz; Anadolu’da özellikle erkek çocukların ilk gençlik dönemlerinde ellerinden düşürmediği, bilyelere verilen addır. Biz, “Cız” derdik örneğin Uşak’ta. Sizin de öyküleriniz, romanınız Sığınak’ta olduğu gibi, taşranıza, Sarayköy’e uğrar, oradan hayat bulur… İşte Cicoz da bu hallerden ortaya çıkmıştır sanıyorum…

Sadık Aslankara: Kabul etmem gerekirse, Sarayköy salt bana ait bir Sarayköy olarak belirginlik kazanıyor öykülerimde, romanlarımda. Ancak bu, Denizli’nin ilçesi Sarayköy olmanın çok ötesinde bir yere geldi sanıyorum. Burada canlı, değişebilirlikler yansıtan, adında hem saray hem köy imgesi barındıran, bu nedenle bir yanıyla kent konumu sergilemekle birlikte öte yandan köylülüğünü sürdüren bir yerleşim yeri, bunun kültürü anlaşılmalı bu addan. Salt taşra değil yani, ya ne? Devrimci bir “öz” olarak kentlilik atomu barındıran bir taşra bu; ama bu arada kentliliği paramparça eden gerici özüyle bir taşra vebası da söz konusu her geçen gün biraz daha yayılıp kentleri etkisi altına alan aynı zamanda. Bu nedenle sen Uşak’ını, bir başkası Van’ını kolayca bulabilir, bulabilmeli bu kitaplarda. Bu bana göre, kurulmak ya da yaratılmak istenen kent kültürüne karşın, gelinen yerin kültürel, siyasal, ekonomik, dinsel, cinsel vb. geniş bir topografyasını da oluşturuyor bizim dünyamızda.

Sizin de tiyatroya adım atışınız gençlik yıllarınıza denk düşer… Tıpkı öykülerdeki kahramanlar gibi…

Sadık Aslankara:, Her canlı, gençliğinde azıcık da olsa “çılgın”dır. Hayvan da bitki de olsa bu böyle. Denemeye, kuşkuya karşı en açık olunan çağ çünkü bu. İnsanın yeniyetmeliğine yakışan çılgınlıksa tiyatrodur derim ben. Bu açıdan bakarsam, yaşamımın en çılgın yıllarını 1960’larda Denizli’de geçirmiş olmalıyım, bir lokma bir hırkayla abdallar gibi tiyatronun peşinden koştuğum, tiyatro sanatının eşiğine durma yüz sürdüğüm 1964-67 yılları arasında… Bu nedenle Cicoz’daki öyküler, insanoğlunun bu en çılgın dönemine sunulmuş çelenktir bir bakıma, ben de bu güzel insanlara borcumu ödemeye çalıştım zaten.

Taşrada tiyatro faaliyetlerinde bulunmak merkezdekinden daha da iştah kabartıcıdır. O taşranın tiyatroya gönül verişi, çabası… Öykülerinize bu unsurlar yansırken, öte yandan da tiyatronun şehirdeki, merkezdeki hali gözler önüne serilir… İkisi arasındaki bağı da komünist Hakkı’mız kurar, değil mi?

Sadık Aslankara: Kent tiyatroları, kentlerin “düş kurma işlikleri”dir. Bunun da ötesinde kasabaların, kentlerin, tüm yerleşimlerin en büyük sivil örgütlenmesidir. Taşrada, taşralılığın parçalandığı yani dogmaların kırıldığı, tabuların yıkıldığı, kuşkunun, yeniye, deneye açılmanın en etkin düşünsel, eylemsel alanı, dönüşüme, kendini dönüştürmeye açık yeri olarak tiyatro ilk sırada yer alır. Anadolu’da tiyatro yapmaya girişmiş bütün tiyatrocular, bir zorunlu süreçten geçerek ilkin kendilerini kentli yaparlar. Bir insanın kendi içinde yaşayabileceği en büyük devrimdir bu, çünkü ancak bu yolla bireyleşip uygarlaşabilir insan. Öz değeri kadar kendi dışında bir evrenin varlığını tanıdıkça, kendi dışındakilerin de bir biçimde değer taşıdığını gördükçe evrensel barışa doğru giden yolda adım atmaya başlar kendiliğinden. Artık o, eski o değildir. Bu bağlamda Cicoz’daki öykü kahramanları, Anadolu’nun tiyatro yapmaya girişmiş çılgınlarıdır da bir bakıma. Görece komünistlikleri, karşı çıkıcılıkları bu çılgınlıklarından gelir işte. Ne var ki bu çılgınları ben yalnız Sarayköy’de görmüş, deneyimim, tanıklıklarım bununla kalmış da değil yalnız. Türkiye’nin hemen her yerine dağılmış kent tiyatrolarıyla ilgilendiğimi, buralardaki çılgınları yakından tanıdığımı da eklemem gerekiyor sözlerime.

Sinemanın edebiyata yakınlığı son dönemde fazlaca artmış durumdaydı; edebi metinler sinemaya uyarlanmaya başlamıştı! Ama siz tiyatroyu edebiyata dahil ediyorsunuz! Metinlerarası olmasa da bu, konu olarak tiyatro dünyasından bir ses getiriyorsunuz edebiyat sayfalarına…

Sadık Aslankara: Pek çok öykümde, yanısıra romanlarımda, örneğin Bin Yüz Bir Giz’de, Sığınak’ta gerek sorunsal bağlamında gerekse izlek ya da konu olarak tiyatronun ağırlıklı, oylumlu bir yere sahip olduğu söylenebilir. Kuşkusuz önceki yıllarda başka yazarlar da tiyatroyu yazınsal gereç olarak pek çok kez işlediler verimlerinde, bundan sonra da işleneceği gibi. Yanılmıyorsam eğer, benim öykülerimle romanlarımda tiyatro, bunu yapan kişilere dönük içselleştirilmiş tutumla saltık anlamda kendisi olarak yer alışıyla, taşrada yapılan kent tiyatrosu olgusuna yaklaşımıyla farklılık gösteriyordur belki, o kadar…

Geçenlerde Cumhuriyet Kitap’taki köşenizde de yazdınız; biraz dertlisiniz sanki; kimse kimsenin metnini okumuyor artık diye bir serzenişte bulunuyorsunuz. Eskiden (yahut şimdi bile) şiir yazanın okuyandan çok olduğu söylenirdi, şimdi bu, öykü ve roman türleri için de geçerli bir hal almaya başladı sanırım…

Sadık Aslankara: Okuma eyleminden söz edildiğinde, toplumun koca bir çocuk toplumu olduğu söylenebilir. Ama nasıl çocuk? Okuyacağı kitabı, kendinin seçmesine bir türlü izin verilmeyen çocuklardan oluşan bir toplum… Kitap okunuyor okunmasına, ama insanlar kendi seçtiklerini değil de, başkalarının seçtiği kitapları okuyor ne yazık ki. Tıpkı başkalarının seçtiği partilere oy verip onları iktidara taşır gibi… Bu çerçevede kendi payıma okuma dağarımı geniş tutmaya, kitap seçme yelpazemi olabildiğince yaymaya çabalıyorum hep. Bu doğrultuda bugüne dek yüzlerce öykü yazarının binlerce öyküsünü okudum, bunlar üzerinde çok sayıda yazı kaleme aldım, ama ilginçtir, benim öykülerimi okumalarını geçtim, kimi yazarlar tarafından, öyküleri üzerine kaleme aldığım yazıların bile okunmadığına tanık oldum kimileyin… Yazarlar, yalnızca okuma dağarı darlığı göstermiyor, ötesinde tıpkı geniş okur kitleleri gibi başkalarının seçtiği kitapları okuma eğilimi yansıtıyor. Oysa bir yazarı yazar yapan yazdıkları değil, yazmak için sustukları yani okuduklarıdır. Okumalarımız çünkü, bizim yazmış gibi yaptıklarımızdır bir bakıma, yani yazarlık susmuşluklarımızdır. Cicoz’daki öykülerin okunmasını elbette isterim, hele tiyatrocuların okumadığını bilen biri olarak yazın çevresinin, okur yazarın bu öyküleri okumasını çok daha fazla isterim.

Tiyatro ve aşk, aşk ve tiyatro. İnsana, kadına duyulan aşk, tiyatro aşkı. Aşkın türlü halleriyle bezeli bu kez bize anlatılan öyküler, tespitime katılır mısınız?

Sadık Aslankara: Evet Sevgili Erdem, Cicoz’daki öykü kahramanları, karşılık beklemeden seven, herhangi karşılık beklemeksizin kendilerini o büyük sevdalara kaptıran kişiler… İşte bu kendini verişte bir dervişçe tutum gizli. “Tiyatro komünistliği”ni de bu bağlamda almak gerekiyor galiba. Sonunda çok büyük bölümünün tiyatrocu olamayacağı da apaçık ortadayken, yaşamlarının bir diliminde bu etkinliğe katılırken örse yatırdıkları kendileri oluyor bu nedenle söz konusu gençlerin. Bu, bir “aşk hali” elbette, bu da bir “kendini veriş” olarak somutlanıyor öykülerde. Bu yüzden yalnız benim kitabım için değil, dünyanın tüm kitapları için geçerlidir de denebilir bu söz; evet, bütün kitaplar birer aşk kitabıdır! Öyküler aşk öyküsü, romanlar aşk romanı… Çünkü buldukça yeniden aramaya giriştiğimiz gerçekliğimiz bu bizim. Hep kendisine döndüğümüz, ancak kendisinde kendimiz olabildiğimiz içyüzümüz…