Yılmaz Onay’La Tiyatronun Evrensel Sularında: Prometheus’Tan “Prometheia”Ya… (2)

YILMAZ ONAY’LA TİYATRONUN EVRENSEL SULARINDA: PROMETHEUS’TAN “PROMETHEİA”YA… (2)

M.Sadık Aslankara

Yılmaz Onay’la, geçen ay Prometheia adlı oyununun, “Theaterwerk NL” kurumunun organize ettiği 6-9 Ekim 2005 tarihleri arasında dört gün süren “Theater 4 Daagse Festivali”nde kurumun kendi projesi olarak Türk ve Hollandalı gruplarca Türkçe, Hollandaca sunuluşu üzerine konuşmuştuk.

Yılmaz Onay, Prometheia adlı oyununun içeriği üzerine şunları söylemişti Tiyatro Tiyatro’nun mart sayısında:

“Troya savaşı, anaerkil, dolayısıyla kadının saygın konumda olduğu ve yine dolayısıyla barışçıl, zengin, mutlu ve gelişkin olan, anatanrıça’lar dünyası Anadolu uygarlığı ile (Lidya, Frigya), dağlı savaşçı, vahşi, tam anlamıyla erkek egemen ve kadının evden çıkamamacasına köle gibi bir durumda olduğu, saldırgan Dor’lar, Akha’lar ve onların ataerkil Zeus tanrılığı arasında olmuştur. İşte Prometheus’un dilinden de söyletilen dizeler, yani “tanrılar katında” diye ifade edilen “düzen değişikliği”, anatanrıçaların barışına, güzelliğine, insanîliğine, zenginliğine saldırıp yıkarak, Zeus kültünün insan düşmanı vahşi zorbalığının egemenliği ele geçirmesi oluyor. Böyle olunca ona karşı direnmeye devam eden insan yanlısı – ya da düpedüz insanî – isyanın kahramanı olan Prometheus, Zeus’un oğlu filan olamaz; anatanrıçaların kültüne, insanına ve kadınına daha yakındır o. Dolayısıyla onların ülkesine de daha yakındır. Zaten efsanede getirilip Kafkas’ın kayasına zincirlenmesi de boşuna değildir. Annesinin Asia olması hiç boşuna değildir. Ve tabii, sonradan mitos’ta zorlama ile anne’nin Asia değil Klimene gibi alelade bir figüre dönüşmesi de boşuna değildir.

Bundan dolayı ben, Prometheus’u, yani sözcük anlamı ile “önceden gören”in eril halini, dişil tasarlıyorum ve Promethea olarak savlıyorum; bunu da anatanrıça’ların simgesi olarak Asia’nın kendi kendini doğurması, diye düşünüyorum.”

Yılmaz Onay’a işte bu oyunun Hollanda’da sahnelenişi üzerine yöneltiyoruz sorularımızı…

 

Bu noktada grupların sahneleyişlerine geçebiliriz sanıyorum…

Türk grubu, Anadolu’nun ruhunu yakalamaya çalışan bir yorum getirirken Hollandalı grup tam bir profesyonellik içinde alayla, taşlamayla konuya yaklaşmış. Ama bu öyle her şeyi alaya alma biçiminde değil de kimi gerçekleri yerli yerine oturtma doğrultusunda yapılıyor. Türk grubunun derinlikli, içsel yaklaşımı bu bakımdan çok ilginç ve değişik geldi onlara. Hollandalı ekibinki tanıdıktı, olağandı, bu yüzden çok da eleştirildiler. Ben katılmadım buna, farklıydı bana göre.

 

Gruplar oyunlarını nasıl sunuyor?

Önce Türk ekibi, arkasından Hollandalı ekip oynuyor, sonrasında seyirci bu oyunları tartışıyor. Festival çerçevesinde Utrecht’te oynandı önce, projeye dahil olarak başka kentlerde de oynadılar oyunu. Ben Utrecht’tekiyle başka bir kentteki oyunu izleyip döndüm. Gruplar birkaç kentte daha oyunu sunup son olarak Amsterdam’da sahneliyorlar.

 

Sevgili Yılmaz Onay, iyi anımsıyorum, senin yıllar önce de yine Hollanda’da tiyatro çalışmaların olmuştu bir süre… Aradan bunca zaman geçtikten sonra o günlerle bugünleri tiyatro sanatı açısından karşılaştırır mısın?

1985’te Öngören Tiyatrosu “Arafta Kalanlar”a, 86’da da “Karagöz’ün Muamması”na çalışmıştı. Stagedoor Festivalinde dolaştı oyunlar. O zamanlar bu festival, yani Theater 4 Daagse Festivali yoktu. Karagöz’de ilk kez sahneye çıkan Celil Toksöz, bu sürede yönetmenlik eğitimi almış, onunla buluşup görüştük. Çalıştığımız bu insanların kurumlaşmış bir Türk tiyatrosuyla varlık göstermesi elbette sevindirici. 3 K da, Celil’in topluluğu da tiyatroyu sürdürüyor. Bu iki oyunu ben zaten özel olarak Avrupa’daki Türk tiyatroları için yazmıştım, uluslararası arenada Türk dilinde oynanacak oyunlar olarak. Stagedoor Festivaline hazırlanırken bunlar da önemli ölçütlerdi, kalite tutturulmazsa bu festivale de katılamıyordun zaten. Ancak yalnız Stagedoor Festivali de değil, karmaşık bir seyirci de hedefti bunda. O zaman bu sentezi kendim yapmış, bu amaçla oyunları yazmıştım.

Oysa bu kez böyle bir amaçla yazmadım. Üstelik Batının işine gelecek bir tema da değil, ne var ki oyun, ilk oynanması gereken Anadolu’da değil de Batıda sahnelendi. Hollanda’da bu doğrultuda tartışmalarda çok soruyla karşılaşacağımı sanıyordum, donanım olarak eksik kalırsam kaygısı taşımıyor değildim. Ancak tersi oldu. Hollandalıların pek çok şeyi, mitolojik deneyim anlamında bize oranla daha az bildiklerini gördüm, soruları da hep öğrenmeye yönelikti. Oysa bizde, kaynağında yaşamanın elbette bir payı var, ama yine de bizler Halikarnas Balıkçısı’nın, Azra Erhat’ın, pek çok değerli arkeologun katkılarını alıyoruz.

 

Son olarak Hollanda’daki bu festivalin sende uyandırdığı daha başka ne tür etkiler oldu, bir de bunu sorayım.

Ben bu tür etkinliklerin, bakışların bizdeki festivallerde de, örneğin İstanbul’da da yer almasını istiyorum, ama buna yer açamıyoruz, kimbilir belki bu bir fırsat oluşturur. Oysa 1960’larda İstanbul Uluslararası Gençlik Tiyatroları Festivali buna çok yatkın, bunu kucaklayıcı bir nitelikteydi. Ama İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali de bu pencereleri açabilir, bu da ona zenginlik kazandırır.

 

Çok teşekkür ederim Yılmaz Onay.

Ben de teşekkür ederim Sadık.