Öykü Kitabı Yayımlamayı Başarmak…

M.Sadık Aslankara (23.02.17 yazısıdır.)

Kitabını yayımlamak isteyen bir genç öykücünün ne yapması gerektiği sorusunda bırakmıştık önceki yazının ucunu… Öykücüler için değil yalnız, yazınsal türlerin herhangi birinde kalem oynatan her genç yazar için can alıcı bir soru elbette bu…

Ne var ki yazma eylemiyle yayımlama ediminin aslında birbirinden çok ayrı işler olduğu gerçeğini hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor…

Kişinin yazarlığı, yazdıklarına bakılarak onaylanır. Verimlerinde kurduğu dünyaya, gerçeklik anlayışına, anlatma biçimine, anlattıklarına, karakterlerine, metni yapılandırma biçimine, yazınsal biçemine, kurgusuna, diline, daha pek çok şeye, özetle yazınsal hünerine…

Yayımlama da etkinliğidir elbette onun, ama yazar bu anlamda ilineksel ilişki içindedir yapıtıyla… Yayımlanan kitaplar, yazarlığın göstereni değil, herhangi rakam dizisinin sıralanışıdır olsa olsa. Bu olgu çoksatan yazarlar için de geçerlidir kuşkusuz. Yazarlıkta ne kişinin kitap sayısı önem taşır ne de bunların basım sayısıyla baskı adedi…

Aziz Nesin demişti ya mahkemede savcıya; Kitaplarımı üst üste koysam duruşma salonunu deler çıkarım; peki Aziz Nesin yayımlamasaydı ne olurdu?  Değerini yitirir miydi? Öyle olsa ölümü sonrasında yayımlananların anlamı kalmazdı. Murathan Mungan, SİYAD’ın ödül töreninde, kitaplarının sayısını vererek bunu uzunca konuşmasının gerekçesi yaptı. Oysa Murathan Mungan hiçbir kitap yayımlamasaydı da süreyi aşan konuşma yapabilirdi pekâlâ. Çünkü her iki yazar da yazdıklarındaki değerle öne çıkıyor. Alalım Georges Simenon’u. Yayımladığı dört yüz elli dolayında romandan sonra yazmama kararı almasını nasıl karşılayacağız onun? Birkaç kitabıyla Yusuf Atılgan için ne söyleyeceğiz? Ahmed Arif, Onat Kutlar için sonra?

O halde yazarlık dediğiniz hepi topu yazma edimi, o kadar… Yayıncılıksa başka bir alan, adına “yayıncı” dediğimiz kişilerce yönetilen bir ağ ya da… Nitekim geçmişten günümüze “yayıncı yazar” nitelemesi altında pek çok ad anılabilir. Ancak sonuçta bunların her ikisini de başarıyla götürebilenlerin sayısı kaç? Örneğin Erdal Öz örneğinin yanına kaç ad daha eklenebiliyor günümüzde?

Sonuçta bir öykü kitabı yayımlayabilmek elbette başarı. Ama yazarlığın değil de yayımlayabilmenin başarısı bu. Siz yeter ki yazar olmayı hak edin, böyle olduğunda kaleme getirdikleriniz, sizden sonra da değer bulur. Ama bu yönde başarı düzeyine ulaşamayan bir kitap, ne denli yaşar dersiniz?

Siz, neyi istiyordunuz? Öykü yazmayı değil mi? Yazın öyleyse… Ama yazarken akıma kapılmışçasına okuyun da…

Yayımlamak, yazdıklarınızı paylaşmaya dönük bir eylem de olsa sonuçta yazma hüneri dışında bir iş bu. Bundan, “yazdıklarınızı yayımlamayın” anlamı çıkarılmamalı. Elbette bir yazar yazdıklarını yayımlamak için de çaba harcayacak. Ne var ki her yazının ille de yayımlanması gerekmiyor. Yazarların heybesi, yayımladıkları kadar yayımlamadıklarıyla da dolu olmalı ki, yazarlık dediğimiz çilenin nasıl bir iş olduğu daha iyi anlaşılabilsin.

O halde bir yazar, yayımladıkları kadar asıl yayımlamadıklarıyla, bunlardaki hünerle bu payeyi elde eder… Hadi gelin Kafka’yı anımsamayın şimdi… Yayımlanmayı hak eden her yazı kitaplaşır çünkü.

Bu demek değildir ki, yazarlık hüneri yansıttığı halde yayımlanamamış, yayımlanamadan kalmış metin yoktur. Vardır, olmaz olur mu? Sonradan pişmanlık duyan yayıncılar anımsanabilir bu konuda ya da yayınevlerince reddedildiği için uzun dönem beklemiş nice değerli yapıta karşı yaşanan utanç…

Burada yazara, hele de genç yazara düşen iş yazmak sonuçta, yalnızca yazmak, ama yanı sıra hep okumak, okumak…

Siz, yazarlığa baş koymuş, bir hayatı bu amaçla vermeye gönüllenmiş, tüm hayatını yazarlıkla değişmeye karar vermiş biriyseniz eğer, kim engel olabilir günün birinde yapıtınızın yayımlanmasına? Haa, kim?

Yazar, yazdıklarıyla varlığını koruyup sürdürebiliyor demek ki, yayımladıklarıyla değil… Zaten yazarlar, yazının yalvacı sayabileceğimiz o erden yolcular arasından çıkmıyor mu hep?

Hiç korkmayın, göreceksiniz; öykü sizi terk etmeyecek!

Çaresiz 6 Mart’ta da sürdüreceğiz tartışmayı…