SAYFA YAZISI: M.Sadık Aslankara; Döne Dolaşa Okumak, Hep Kendini Okumak…

M.Sadık Aslankara (14.9.17 yazısıdır.)

1980 sonrasında ürün vermeye koyulmuş, öykü ya da roman verimleriyle adları öne çıkmış onlarca yazarı neredeyse bir çırpıda sıralayabilmek olanaklı. Ama 1940 kuşağından başlayıp 50’leri, 60-70’leri içine alan dönemlere göz atıldığında pek pek birkaç on yazarın adı ancak sayılabilirmiş gibi geliyor bana.

Ne ki bu veri, 1980 sonrasında yazınımızın çok daha büyük gelişme gösterdiği, önceki evrelere göre verimce daha yüksek düzeye ulaştığı gibisinden hamhalat bir yargıya götürmemeli bizi.

Evet, görece doğru olabilir yargı. Yine de bu gerçekliğin, yazın kamuoyu, ortamlarıyla birlikte ele alınıp karşılaştırılması, değerlendirilmesi gerekiyor.

1940’lara kadar gittiğimize göre, bu dönemlerden bir yazarı alabiliriz örnekleme bağlamında. Onu, yetmiş yıl sonra bugünün yazın ortamına taşıyıp konuya farklı bir açıdan da yaklaşabiliriz pekâlâ… Olup bitene, gelip geçene bir de böyle bakabiliriz bir aykırı açı denemesi olarak, yaklaşım bağlamında…

Bu ilk evreden Melih Cevdet Anday’ı alabiliriz. Kitap olarak da onun “Edebiyat Yazıları”ndan Yalçın Armağan’ın yayına hazırladığı seçkiyi: Suçumuz Edebiyat (Everest, 2017).

Şimdi düşünsel taraklamayla sayfalar arasında gezinip kimi sonuçlar dermeye çalışalım kendimizce…

Melih Cevdet Anday’ın 1940’larda başlayan üretimi, 80 sonrasına uzansa da ona “1980 sonrası yazarı” olarak bakılamayacağı açık. Öyle ya, pek çok ayrıntı, bu konuda bizi durduracaktır. Nitekim Armağan’ın tematik odaklı seçkisi, Anday’ın dil-yazım tutumundan yazınsal, sanatsal, kültürel sorunlara, klasiklere bakışına, dünya görüşünden, aydınlanmacı kavrayışına dek, hep 80 öncelerinin duruşunu, kararlılığını yansıtıyor.

Melih Cevdet Anday, şair, denemeci, oyun-roman yazarı olarak herkesin kabullendiği adıyla çıtanın üstüne çıkmayı başarabilmiş, bunu pekiştirmiş bir usta. Döneme özgü “sanatçı kişiliği”n kategorik anlamda bir göstereni de bu.

Pek çok denemesinde, sıradan metin gibi okunabilecek değinilerinde, tanıtma yazılarında yer açtığı, göndermede bulunduğu kaynaklar, Melih Cevdet Anday imzalı hemen her yazının nasıl da hep kitaplarla soluk alıp verdiğini koyuyor ortaya. Yine de burada Anday’dan kalkılarak dönem yazarlarının, aslında daha önce başlayıp tüm sanat, kültür ortamlarını etkileyen aydınlanmacı halkevleri hareketinin birer ardılı konumu sergilediği, kendiliklerinden görevci bir anlayışın benimseyicisi oldukları da düşünülebilir.

Ülkemizin önemli bir şair yazarı; tanınmış denemecisi, oyun-roman yazarı, ama bakıyorsunuz yazdığı perakende yazıların tümü de kitaplarla, yazar, sanatçılarla ilgili. Bunlardaki düşünceyle, yaratıcı ruhla içli dışlı. Bu sanatçılarla yapıtlarını referans alıyor kendisine. Yazılarını bunlarla örüntülüyor. Okudukça Anday’ın yazılarını, onun nasıl bir okur-birey olduğunu, kendisini nasıl geliştirdiğini de görebiliyorsunuz apaçık. Kuşkusuz bu, aynı zamanda dönemin okur-yazar birey portresi aynı zamanda.

Melih Cevdet Anday, yeri geldiğinde kendi yapıtlarından da söz ediyor elbette. Ancak, yazılarından yansıyan okuma yelpazesi, bunların taşıdığı değer, öyle belirgin ki biz bu yazıları, yansıttığı değerden ötürü de saygıyla okuyoruz.

Oysa 1980 sonrası yazarları, denemeciler dışında genelde böylesi okur-birey niteliği yansıtmıyor bana göre. Kuşkusuz her genelleme gibi, bu vargıya da temkinli yaklaşmak zorunlu. Ne var ki özellikle genç yazarlar arasında buna aykırı örnek bulmak zorlaşıyor git gide. Okumuyor değiller, ama günümüz okuru ne tür kitaplara yöneliyorsa, 1980 sonrası yazarları beğendikleri, sayıca sınırlı bir öbek yazarı alıyor kendilerine, genelde bununla yetiniyorlar. Gözleyebildiğim bu benim. Arayıp bulgulayıcı, düşünüp geliştirici bir zihne dayalı okurluk değil amaç. Örneklediğim ilk kuşakla sonraki kuşak arasında bir fark da bu noktada çıkıyor. Çünkü günümüz yazarı, döne dolaşa okusa da hep kendini okuma hastalığı yansıtıyor.

Suçumuz Edebiyat’ı okurken görüyorsunuz; her yazı, sizi başka yazarlara, kitaplara gönderiyor oysa. Böylelikle de bir değil pek çok kitabı okumuş gibi çoğul duygular yaşıyorsunuz Anday’ın bu kitabında. Şu satırları, kitaba adını veren denemesinden aktarıyorum:

“Fransız sürrealist ozanlarından biri, ‘Önemimizi Fransa, Alman ordularınca işgale uğrayınca anladık’ diye yazmıştı; ‘suçumuzu’ deseydi daha yerinde olurdu, çünkü kimsenin anlamadığı, herkesin boş verdiği sözcük oyunları ile uğraşan bu ozanları, Almanlar tehlikeli bulmuşlardı.” (s.25)

Edebiyatın yapılabilirliğindeki ölçüt de yatıyor bu sözün altında kuşkusuz.

Her genellemenin taşıyacağı sakınca göz önünde tutulmak koşuluyla 80 sonrası yazarların azımsanmayacak bölümünde gönderme yaptıkları sınırlı, üstelik aynı adların öne çıkarıldığı yazılar okuyoruz daha çok. Bu dar bakış, yazarın âdeta hep masal dünyası içinde gezinmesine yol açıyor.

Ondan mıdır acaba masalsı anlatım, özellikle günümüz romancılığında sürekli köpürtülüp kışkırtılıyor. Gönderme yapılan kitaplar da yine hep çevrimsel döngü içinde gezindiriyor okuru…

Melih Cevdet Anday’la Yalçın Armağan’ın hazırladığı Suçumuz Edebiyat’tan söz etmeyi sürdüreceğim ara ara…