SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Yazarlıkta Yazı Eşelemek de Hüner…

Yazarlıkta Yazı Eşelemek de Hüner…
M.Sadık Aslankara
(18.01.2018 YAZISIDIR.)

Bir yazar, karaladığı her satırın yayımlanması gerektiğini, bunun âdeta zorunluluk olduğunu düşünebilir mi, doğru mudur bu tutum? Yazı ile ya da yazma olgusuyla metnin yayını arasında böylesi bağlantı kurulabilir mi, bir mantığa dayandırılabilir mi bu? Buna göre kişi, oturup yazar, yazdığı her neyse bunu yayımlar, öyle mi?

Ama böylesi bir akıl yürütme kurulamayacağını sanırım her yazar kendi çapında deneylemiş, bunun sağlamasını yapmış olmalı!

O halde özetlersek yazarın işi yazmaktır kuşkusuz, asli işidir bu onun, oysa yayımlamak ihtiyari bir iş, eylem değil mi?

Yazar, önüne gelen her fırsatta yazmalı, doğru; ama iş yayımlamaya geldiğinde orada durulmalı işte!

Bir genel deyiş olarak kaba dille söylersek şöyle de ifade edilebilirmiş gibi geliyor bana: Yazar, ishale tutulmuşçasına yazabilmeli, ne var ki yayımlamada olabildiğince kabız davranmalı.

Peki yazar, yayımlamak amacıyla kâğıt kalemin başına geçmez mi, yazarken amacı bunları yayımlayıp paylaşmak değil midir aslında, diye sorulabilir. Hem sonra yayımlanmayan yazılar, ilk evrede işin zanaatına dönük katkı sağlayabilir belki, ama yazarlıkta yol almış, iyi kötü kitap yayımlamış birinin, yayımlamadığı yazılardan ne gibi yarar elde edebileceği, işe yararlık ölçüsünün ne olacağı da sorgulanabilir herhalde.

Böyle düşünmek bizi yanlış sonuçlara götürebilir.

O zaman, bir yazarın yazıp da yayımlamadığı metinler, kaleme getirmeler ne işe yarayacak, diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Yayımlansın, yayımlanmasın, her yazı aslında yazarın aynasıdır aynı zamanda. Ancak yayımladığı yazı başkalarına dönük ayna olur da kendisi için o aynaya bakmak pişmanlığa yol açabilir. Yayımlanan yazı ise doğrudan yazarına aynalık yapar, üstelik onu başkalarının göremeyeceği ölçüde kendisine beyan eder. Böylece yazar, kendisindeki ötekini görme fırsatı yakalar bir biçimde.

Yayımlanmayan her yazı, yazarının özel buzdağıdır. Yazarlık hüneri, bu buzdağının üzerinde yükselir bir bakıma. Çünkü yazar, kendi buzdağını yani yayımlamadığı yazıları eşeleyerek ileriye sıçrayıp öyle yol alır. Çünkü kendi yazarlığına dönük kazı fırsatını ancak bu yolla yakalayabilir.

Yazarın kendi kendisini görme fırsatıdır bu. Oysa yayımlanmış yazı, başkalarının haksız övgüsü veya haklı yergisini örtebilir. Bunun tersi de olabilir, haklı övgüyü kim sevmez, ama haklı da olsa övgü burun büyüklüğüne, kibre, haksız yergi de soğukkanlılığın yitmesine yol açabilir.

Yayımlanan yazı, karşılığı ille görülmek, alınmak istenen aşk gibidir, yayımlanmamış yazı ise karşılıksız aşkın somut ifadesidir. Metne duyulan tutkuyu dile getirir aynı zamanda.

Cem Yılmaz, kendisiyle yapılan bir söyleşide, işinize aşk duyacaksınız, tamam da bu aşk karşılıklı olmalı, diyor.

Kafka, yazıya tutkuyla bağlı bir âşıktı, Van Gogh da resme tutkuyla bağlı bir âşık. Her iki âşık da karşılık göremedi kısa süren yaşamlarında, üstelik ne de güç koşullar atında yaşamışlardı aşkları için. Şimdi günümüzde, zamanında bu iki büyük dehaya karşılık vermemiş sanat dalları da utanç içinde değil mi peki, söyler misiniz?

Cem Yılmaz, aşkına karşılık görmüş, görüyor olabilir. Kim ne diyebilir buna? Ama durum, aşklarına karşılık göremeyen sanatçıların başarısızlıklarına kanıt olarak gösterilebilir mi hiç? Bu mümkün mü?

Siz yazın yeter ki… Yayımlamasanız da olur; yazın, denize atın…

Denize attığınız değeri okur bilmese bile Halik bilir, onun adıysa estetik Tanrısı…

Bir Tanrı önünde değerinizin anlaşılması az şey mi?