SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Karşı-Toplum Öykücüler Kuşağı

Karşı-Toplum Öykücüleri;
Yeni Bir Kuşağı Selamlamak…

M.Sadık Aslankara
(26.7.2018 YAZISIDIR.)

1980, toplumsal yaşamda olduğu gibi edebiyatta da büyük kırılmaya yol açtı, biliniyor, ezberlenmiş bir olgu bu.

Olan biten ne varsa her şeyi ille anlatmaya çabalayan 1960’ların, 70’lerin görece şabloncu tutumu, bu kırılma karşısında içe kapanıp kendi çevrimsel döngüsünde buna karşı yoğun tepki vermedi değil. Ama onca çabasına karşın yine de sönümlenmekten kurtaramadı kendini.

Gönül isterdi ki en soylu yazınsal ataklar, gelmiş geçmiş en özgürlükçü içeriğe sahip Anayasanın (1961) egemen olduğu o altın yıllarda taçlandırsın yazın evrenimizi. Ama tıpkı 1950’lerdeki gibi en baskıcı dönemde şiirden öyküye, romana tüm edebiyatta, tiyatrodan sinemaya, resimden müziğe bütün sanat alanlarında nasıl yepyeni bir şahlanış yaşandıysa, sanat yapma olgusunda da buna benzer ilginç koşutlukla yeniden biçimlenişine benzer örtüşmeyle, sanat evrenimizin ikinci büyük şahlanışı da işte yine en baskıcı dönemde, âdeta 1980 sonrasında yaşandı.

Bu anlamda 1990’lar Kuşağı olarak anılabilecek, bütün sanat alanlarıyla türlerine uzak-yakın etkileri gözlenen farklı bir sanat yapma algısı, yaklaşımı, uygulayımı, abartmadan söylemiş olayım, tam anlamıyla egemenlik kurdu.

Özellikle kendisine dek gelen bir yazınsal geleneği, neredeyse tümden yıkıp edebiyatımızı görece bir başka ana damar üzerine oturtup onu ancak bu yönde yapılıp işlenebilecek hale getirdi neredeyse.

1960-70’lere göre daha türdeş görünüm sergileyen 1950’ler öykücülüğü, öteki sanat alanlarıyla türlerine nasıl öncülük yaptıysa 1990’lar öykücülüğü de bu anlamda sanatsal yaratım-üretim süreçlerini, işleme biçimlerini tümden etkileyip örnek modele dönüştü görece. 1950 şair-yazarları nasıl yepyeni anlatım yolları arayıp deneylediyse, nasıl buna dönük öncülük yapıp kavgalara giriştiyse 1990’larda yükselişe geçen öykücü kuşağı da böylesi bir işlevi yerine getirdi.

Geniş etki alanı oluşturup öykücülüğümüzü, yanı sıra öteki sanat dallarını kendi evirmesi yönünde atağa kaldıran 90’lar öykücülüğü, yuvarlamayla yirmi yıl kadar süren bu ağırlığı, bir karşı atakla dirilmiş, farklı damardan yükselen, şimdilik “karşı-toplum/cu” öykücüler kuşağı olarak adlandırılabilecek genç bir öykücüler topluluğunun kucağına bırakmış izlenimi veriyor artık.

Bu yeni dalga, kendi geleneksel kalıpları, dogmalarıyla iç içe yaşamaya baskılanmış, buna koşullandırılmış, teksesli uyar bir toplumun değil karşı/muhalif toplumun içinden biçimlendirilen bir anlatıyla çıkıyor okur karşısına. Dil, kurgu, evrenle karakterler yepyeni anlatım biçimleriyle yapılandırılıyor. Önceki toplumsal yapının çok dışında, aslında nicedir varlığını sürdüren çoğulcu, çoksesli yepyeni bir toplumsal yapı modeli üzerinden bir dil-anlatım-kurgu mantığı geliştiriyor da denebilir bu yazarlar. Üstelik hakkıyla başarıyor bunu. Diyeceğim eğer bir “karşı-toplum öykücü kuşağı” gibi alabileceksek bu şair-yazar topluluğunu, bunların anlatısında farklı bir toplumsal yapıyla karşı karşıyayız demektir. Öyle ya, bir karşı toplum bu. İlk dikkati çeken, toplumun baskıladığı birey yerine kafa tutan bireyin öne geçmesi nitekim.

1990 öykücüleri, toplumsal yapıyı olduğu gibi aldığından öykü evrenlerini buna göre yapılandırıyor, bu arada karakterdeki sıra dışılığı görece yapay bir temel üzerine oturtuyorlar ya da kurgu yoğunluklu anlatılarında bu yanları göz ardı ederek toplumu yansıtmayan, ele vermeyen yapay karakterler aracılığıyla anlatıyı geliştirmeye girişiyorlardı.

Son on yıldır yükselen bu yeni, farklı öykücü dalgası, ilkin içinde yaşadıkları toplumu enine boyuna eleştirel değerlendirmeden geçirip sonrasında buna karşı âdeta birer Donkişot kesilerek diklenen karakterler aracılığıyla onları kendilerine sağlam tutamaklar yapıp bir “karşı-toplum” dayanağı oluşturdular. Böylece içinde yaşanılan toplum, koşullandıran, belleten toplum olmaktan çıkarılıp farklı sesleri, eğilimleri, yönelimleriyle farklı inançta, dilde, kültürde, çok zengin etnik salkıma yerleşmiş sıra dışı bireyleri aracılığıyla yapıca değiştirilmiş oldu.

Bu genç yazarlar kuşağı, “karşı-toplumcu” nitelikleriyle içinde yaşadıkları toplumu alabildiğine tokatlayan, silkeleyen, titreten tutumla bir uyandırma işlevi üstlenmiş oldu kendiliğinden. Sonuçta karşı çıkılan toplum anlayışının yerine uyar olmayan “muhalif” bir toplumsal yapısının getirildiği görülüyor. Daha öncelerde başlayan bu karşı-toplumcu öykücü kuşağının Gezi olgusuyla daha da güçlendiği söylenebilir sanıyorum.

Ancak bu karşı-toplumcuların, toplumu siyasal anlamda sağ-sol vb. kategorize etmekten uzak durdukları öne sürülebilir. Elbette karşımızdaki yeni bir toplumcu öykücü kuşağı. Ama nasıl bir toplumculuk derseniz, orada durmak gerekiyor. Saltık bir özgürlükten yana, sıra dışı her eğilime yer açan, bireyleri kimlikleri nedeniyle ötelemek bir yana, tüm renkleri içine alan, hayvanı bitkisi tüm canlı varlığıyla dayanışan, canlı kadar cansız varlıkları da gözeten çevreci, doğacı, bunu içselleştirmiş bir kavrayışa sahip olduğunu söyleyebiliriz bu yeni kuşak öykücülerinin.

Bunu farklı, zengin örnek yelpazesiyle temellendirmeye girişen ayrı bir yazı düşünüyorum, ama bakalım ne zaman kalkarım bu işin altından…