SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ‘YENİ YAZAR’ PARADİGMASI; KİM, NEDİR?

“YENİ YAZAR” PARADİGMASI; KİM, NEDİR?

M.Sadık Aslankara
(24.9.2020 YAZISIDIR.)

Turgay Fişekçi, bir yazısında benim için, “Yeni yazarlarımızı izlemede benzersiz bir hüner göster(diğimi)” söylememiş olsaydı bile bu konuyla ilgili düşüncelerimi genel anlamda elbette aşağıda aktaracağım biçimde yine derli toplu yansıtırdım, ama ne zaman yazmaya girişirdim, ne zaman kaleme alırdım, bilemem, buna yekinmekte gecikirdim herhalde.

“Yeni yazar” başlığı, buna dönük kuramsal çerçeveyi zorunlu kılıyor. Tabii komşu deyişler de söz konusu edilebilir. Genç yazar, ilk kitap, yazında yenilik vb. daha pek çok konu bununla ilişkilendirilebilir çünkü.

Böylesi bir yazıyı, Turgay’dan kalkarak kaleme almış görünüyorsam da çalakalem çiziktirilip karalandığı düşünülmemeli bunun. Diyelim erkence gündemime alıp yazmış oldum, ama buna değgin uslamlamanın uzun bir sürece yayıldığı, bu süreçten beslenip bugünlere geldiği unutulmamalı.

Bu doğrultuda son otuz yıl içinde, Turgay’ın vurgulamasıyla örtüşür biçimde, “yeni” olarak alınabilecek yüzlerce yazara yer açtığım, bu yazarların, toplam birkaç bine varan ürünleri üzerine yazdığım düşünülürse, Turgay’a hak vermek kaçınılmaz hale gelebilir.

Ancak beni tetikleyen itkecin “yeni” ifadesi olduğunu belirteyim. Peki, “yeni nedir?” diye bir soru gelse önümüze, kısa bir an da olsa şaşkınlık yaşanmaz mı?

Öyle ya, görece edebiyat dünyasında boy gösteren, ilk kez kendisinden söz edilmiş, adı duyulmuş her yazar, “yeni” değil midir? Ama aynı zamanda “yeni” olgusundan kalkarak bakıldığında, yaşı ne olursa olsun ortaya çıkıp alana katılan her yeni adı, “yeni” diyerek mi karşılamak gerekir?

Sonra “yeni”nin “genç” imgesini de peşine taktığı, bu nedenle pek çoklarınca gençlerin doğrudan “yeni” olarak alındığı, zaten “yeni” sözcüğünün bir açıdan her bir “genç”le eşdeğer tutulduğu da herhalde görmezden gelinemez. O zaman bu sözcüğe, bir yerlerinden “acemilik” de yakıştırılacak demektir aynı zamanda enikonu.

Ama bunların yanında bir başka anlam bağlamında “yeni”, bütün eskileri yıkıp, hatta bunların üzerini çizip ardından tümünü aşar düzeyde farklı biçimde yükselen bir değerler dizgesi de oluşturup kendini kabul ettirebilir, o zaman bu dönüşümle birlikte işin rengi bir kez daha değişecektir kaçınılmaz biçimde.

Demek ki, bir “yeni paradigması” kurabilmek için “yeni”ye değgin söylenebilecek ne varsa, düşünce kırıntısı da olsa serip önümüze, üzerinde düşünce gevişi getirmek zorundayız. Ancak konumuzun edebiyat olduğunu, edebiyatta “yeni”yi öne çekeceğimizi, “yeni edebiyat” derken aslında “yeni yazar” olgusunu deşeceğimizi bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekiyor. Kendi payıma alanı daraltıp sınır çizerek, sonuçta seçip öne aldığımız konuyu, olguyu değerlendireceğiz.

Kendi alanımızla, konumuzla bağlantılı veriler ilgilendiriyor çünkü bizi. Başkaları da kendi alanlarındaki “yeni”nin peşinden gidebilir, buna göre kendi paradigmalarını yapılandırabilir kuşkusuz.

Açıyı daraltarak “yeni”ye yöneldiğimizde yazmaya yeni başlayan, ilk kez ürün yayımlayan her imza “yeni” bir yazar konumu taşıyacaktır yazınımızda, bundan kuşku duyulabilir mi?

Yazın alanına ilk kez girip ilk kez ürün yayımlayan her imza, birer yeni ad olarak anılacaktır kaçınılmaz biçimde. Bunlar, yaşları kaç olursa olsun, yazın ortamında yenice boy vermiş kişiler olarak yazınımızın “doğum yenileri”dir, ama bu “yeni” oluş, salt yazın dünyasına girme yönünden anlam taşır. Çünkü sonradan bu “yeni”likleri giderek dökülüp eskiyecek, adları eskidiği oranda yenilikleri de silinip ortadan kalkacaktır.

O halde aslolanın “doğum yenisi” değil “yazın yenisi” olmak, bu yeniliği yazında süreğen kılmak gerektiği sonucu çıkıyor buradan.

Birkaç örnekten kalkarak bunu somutlamak olanaklı.

Halit Ziya’nın Aşkı Memnu’su (1900), Mehmet Rauf’un Eylül’ü (1901), Reşat Nuri’nin Çalıkuşu (1922) Yakup Kadri’nin Yaban’ı (1932), Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u (1937),  Mithat Cemal’in Üç İstanbul’u (1938), Nahit Sırrı’nın Sultan Hamid Düşerken’i (1947), Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ü (1950), Orhan Kemal’in Murtaza’sı (1952), Sait Faik’in Alemdağda Var Bir Yılan’ı (1954), Yaşar Kemal’in İnce Memed’i (1955), Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962), Ferit Edgü’nün Kimse’si (1976) türlerinde hep yenidir. Bu yazarlar, bu yapıtlarıyla yeni kalmayı bugüne dek sürdürdüğüne göre bu yönde anmayı bir biçimde hep hak edecektir.

Sözgelimi Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları’yla (1982) elbette “yeni” bir yazar olarak adını duyurmuştur yazın ortamında ama onu “yazın yenisi” yapan Beyaz Kale (1985) olmuştur. Oğuz Atay Tutunamayanlar’la (1971) “doğum yenisi” olsa da “yazın yenisi” olmayı Korkuyu Beklerken’le (1975) başarmıştır.

Buna benzer daha pek çok örnek gösterilebilir.

Demek ki yazarlar, ilk ürünleriyle herhangi kayıt, koşul gerekmeksizin yazın dünyasında, kamuoyunda “yeni” olarak anılacaktır doğal olarak. Ne ki edebiyatımızda “yeni” kalabilmeleri yenilik getiren yapıtlarıyla gerçekleşebilir.

Burada “yeni yazar” kavramı temelinde yapılandırılacak paradigma için de kendiliğinden ölçütler çıkmış oluyor ortaya.

Her yazar, yaşamda bir kez kesinlikle “doğum yenisi” olur edebiyatta, bunu tadar. Ama “yazın yenisi” olmayı tadıp yaşayan yazar sayısı birden öylesine düşer ki, bu nitelemeyi hak etmek, âdeta mucizeye dönüşür.

Yazar da zaten büyüyü yakalayıp bu mucizeye ulaşmak için çabalar. Yazarlıkta paradigma yapılandırmada belirleyici olan, ender yakalanan bu büyüyle bir an için de olsa buluşulduğu sanılan mucizedir işte.