ÖYKÜ KİTAPLIĞI M.S.Aslankara; Bilge Öngöre; ‘KIRILMA NOKTASINDA’;

BİLGE ÖNGÖRE;
“KIRILMA NOKTASINDA”…

M.Sadık Aslankara

Yazına şiirle girmiş bir kalem Bilge Öngöre. Onun ilk öykü kitabı Lamba (2003) üzerine yazmıştım geçmişte Cumhuriyet Kitap’ta. Üçüncüsü, son öykü kitabı Kırılma Noktasında (Kanguru, 2018) adını taşıyor. Bu hesapla on beş yılı aşkın bir deneyime sahip Bilge.

Peki bu son kitabında nasıl bir öykücülükle karşımıza çıkıyor yazar, buna dönük neler söyleyebiliriz, kabaca göz atalım…

Geniş yazarlık deneyimine sahip bir imza aslında Bilge Öngöre. Metni kaleme alırken, dıştan bakışa dayalı bir yapılandırmayla kuruyor öykülerinin tümünü. Bu nedenle de zorunlu olarak bir “anlatımcı” kimlik kuşanmış yazara dönüşüyor, zaten bütün öykülerini elöyküsel aktarıma dayalı kuruyor yazar.

Kırsal ya da kentsel alanlarda yükselen, farklı sınıf, katmanlardan gelen farklı evrenlerde gezinip alabildiğine farklılık gösteren toplumsal-sınıfsal tabakaların öykü kişileriyle okuru buluşturan tutum elbette çekici bir yan kazandırıyor yazdıklarına. Ne ki buna karşın yine de “anlatıcı” konumunda görünmesi, öykülerin bir biçimde tekdüze akmasına yol açıyor.

Şiir emeğine yaslanan bir yazar olarak Bilge’nin anlatımcılığa kaymasını yadırgamadığımı söyleyemem. Şiir gibi bir imgeleme hüneri varken, sıçramalar, eksiltmeler yoluyla öyküyü harmanlayıp özleyebilecek, kaleme getirdiklerine yeğinlik kazandırabilecekken mesel, hikâye anlayışını bütün öykülerinde sürdürmesi, ustalıklı incelikli dille metinler kaleme alsa da anlatımcılıkta, tahkiyede ısrar etmiş görünmesi öykülemede irtifa yitirmesine yol açıyor.

Nitekim hemen her öykü, okurların bilgisi içinde olduğu kestirebilecek gündelik yaşamın oluntuları, girdi çıktıları, çeşitli de olsa bunların birörnek anlatımlarına dayalı yelpaze üzerinde yayılıyor. Ancak bütün bunlar biçemsel açıdan yeni bir yapılandırma getirmiyorsa eğer, öykünün varlığı da okur nezdinde görece çelimsiz hale gelmez mi bir biçimde?

Bu yöndeki öne sürüşler için hemen her öyküden örnek gösterebilmek olanaklı. Yine de ben bunların birkaçından söz edeceğim şuracıkta, o kadar.

Sözgelimi ilk öyküde çocuk yaşta evlendirilen Gülnaz, kocasından şiddet görür, yediği dayak bir yana, baldırında sigara söndürür adam, kızın üç dişini kırar, sonunda dayaktan bayıldığı bir gecenin sabahında Gülnaz, yatakta sızıp kalan adamın karşısına dikilir tüfekle ama biz hep yazarın anlattıklarına göre kurmak durumunda kalırız öyküyü. Artık çocuklara karışmış bu çocuk-kadın, doğrudan kendi duygularıyla karşımıza çıkmaz bir türlü. Böyle olunca okurun etkinlik hali, alabildiğine geri çekilir, edilgen bir dinleyici olup çıkar sonuçta.

“İhanet” adlı öyküde öykü kişisinin, “insanların aşamadığı tek sınır(ın) kendisi” olduğunu “anladı(ğını)” (32) söyler anlatıcı yazar. Bilge, elöyküsel anlatım eşliğinde bunu söyler söylemesine de biz okur olarak öykü kişisinin nasıl olup da bunu bu şekilde anladığını anlayamayız ama.

“Dul Bırakan”da yazar, perdeyi hastanede açar; sonra geri dönüşle işsiz kaldığı için, kot taşlama işi bulmuş üç çocuklu adamın eve dönüşünü resmeder şu aktarımla: “Akşam eve yüzünde gülücükler, elinde işbaşı kâğıdıyla mutlu dönmüştü. Ölüm yoluna girdiğinden habersiz…” (92) Öykünün girişinde hastaneyle karşılaşan okura, sonraki sayfada anlatıcı edasıyla öykü kişisinin “ölüm yoluna girdiği”ni söylemek doğru mu?

Öykü, derli toplu anlatmanın, hikâye etmenin ötesinde farklı değerler temelinde üretilip kurulması gereken bir yapılandırma biçimi, biçemi değil mi?

Hünere dayalı böylesi bir kurulumda dolgu ya da yığma sayılabilecek metinden uzaklaşmak, eksiltili, sıçramalı anlatıma yer açmak gerekmez mi? Bütün bunlar yazar etkinliğini geri çekip okur etkinliğini, eylemini de öne çıkaracaktır kuşkusuz aynı zamanda.

Öyle ya öykü, yazarından çok okurun kurduğu yapıyla öyküleşiyor!