KONUK SAYFA YAZISI Elif Durdu; ‘Naif Bir Flamingo’nun Günlüğü’

NAİF BİR FLAMİNGONUN GÜNLÜĞÜ

Elif Durdu

(Aşağıdaki metin, Elif Durdu’nun, Naif Bir Flamingonun Günlüğü [Bilgi Yayınevi, 2016] adlı romanının 72.-75. sayfaları arasından alınmış, romanla aynı başlık altında aşağıda alıntılanmıştır.)

 

“Tiyatroya gönül veren dostlarımın parayla, pulla bir derdi olmadığını biliyorum; sahneye çıkarak milyon dolarlar kazanan tiyatrocuyu, Çin teknolojisi bile icat edemedi! Beklentimiz yaptığımız işin takdir bulmasından öte değil; Ne var ki Beyoğlu’nun bol diskotekli yeni düzeni, tiyatro seyircisini canım Pera salonlarından uzak tutuyor. Onları suçlamıyorum; çantayı, cüzdanı kapkaççıdan kollamaya çalışarak, pandik yememek için kıç nahiyesini korumaya alarak, tek marifetleri bangır bangır gürültü çalmak olan arların arasından süzülerek tiyatroya ulaşmanın ne denli meşakkatli olduğunu biliyorum. Campanaki’nin yüzyirmidokuz yıllık mimari şaheserini milim kıpırdatamayacağımıza göre, diskotekleri ortadan kaldırmanın dahiyane bir fikir olduğunu düşünüyorum. Belki bir gün, Molotof kokteyli yapımında uzmanlaşırsam, eşraf barları tek tek bombalayabilirim!

Gün geçtikçe tiyatro binasını, günün makul akçesiyle beslenen dev mideli bir canavar olarak görmeye başlıyorum. Ses Tiyatrosu’nun masrafları dar nüfuslu bir kenti ayakta tutabilecek kadar fazla; elektriğe, doğalgaza, kadifeye zam geldikçe büyüyor gözbebeklerimiz. Allahın gazına zam yapan devletlüye ve ampul mucidi Edison’a için için gıcık oluyoruz. Çatı aktığında yüreğimiz hopluyor; duvar çatladığında insanlıktan çıkıyoruz. İşten anlayan ustalar çağrılacak, sofitaya ellenmeyecek, kabartmalara dokunulmayacak, her ufak tadilat mimar Campanaki’nin eserini bozmayacak şekilde yapılacak. Pek çok hal ve koşulda kendimizi müze bekçisi gibi hissetmemiz, tarihi binalardan hazzetmeyen âdemoğlunu hiç ilgilendirmiyor; kimse kusura bakmasın ama çiğnenmiş sakız topluyoruz koltuk sırtlarından! Ve kafamda bangır bangır gürültüyle her sahneye çıktığımda Campanaki’nin kemiklerinin daha da ufalandığını hissediyorum. Muhsin Ertuğrul kulaklarını insan çığlıklarına tıkamış, kaygılı gözlerle izliyor bizi sofitadan. Münir Özkul yerleri yalayan uzun kaftanıyla birazdan sahnede süzülecek ve elbet âleme kanıtlayacak İstanbul’un sesi olduğunu. Mimar Sinan bile şaşıracak; öyle kuvvetli çınlayacak ki kavuklunun sesi, Sinan da ikna olacak tüm o köprülerin, camilerin, çeşmelerin Münir abi tarafından yapıldığına. Derken dünyalar yakışıklısı Erol Günaydın arz-ı endam edecek; ayaklarında elliüç numara pabuçlar, üstünde beyaz don, beyaz atlet… İkinci zil çalarken, Ayna’nın ardında bir elinde Karagöz, bir elinde Hacivat kuklası! Karşınızda âlemin en muhteşem Sanço’su; bizim Erol abimiz, sesinden, soluğundan feyz aldığımız bir komedya ustası! Ve tüm ölümsüzlerimiz, Ses Tiyatrosu ayakta kaldıkça yanımızda olacaklar!

Fuaye duvarında çerçevelenmiş suretleriyle durmaksızın bizi izleyen Kel Hasan Efendi, İsmail Dümbüllü, ustamın ustası Haldun Taner… Kulise her indiğimizde bizi gülümseyerek karşılayan Yüksel Gürsel; kısacık ömrünün bir kısmını Ortaoyuncular’la paylaşmış, kahkahaları tiyatro duvarlarında çınlamış, hiç tanımadığım güzeller güzeli abim! Işıl ışıl, alaylı bakışlarıyla bize ölümün aslında o kadar da fena bir şey olmadığını anlatan Erbil Çeviker, Boran Kaya, Suzan Akay, Hakan Sepetçi! Ve kâinatın en büyülü kadını Ayşen Aydemir… Kadife perdeleri okşayarak alıyoruz onların kokularını; çok şükür ki bunu kimseler bilmiyor.

Belki de hayaletlerle yaşadığımız için kendimizi sıklıkla ecinni gibi hissediyoruz. Öte dünyadan gelmiş, kafası hayli karışık bir Venüs âşığı gibi dolaşıyorum tiyatronun dehlizlerinde ve insanların neden bizim gibi düşünmediklerini anlamakta zorlanıyorum. Ortaoyuncular tiyatroyu tahliye ettiği gün, burada, tam da hayaletlerimizin üzerinde yedi katlı bir otopark inşa edileceğini biliyorum. Kimsenin birbirinin ölüsüne ya da uzun metraj hayallerine saygı duymadığı günlerdeyiz; rant kokusuna üşüşen hayasız mezarcılar dikine gömüyorlar cesetlerimizi! Ölüyken bile yan yana gelip yatmak namümkün; her daim ayakta, kıyam halinde… Secde dahi yasak bize; zira lüzumundan fazla yer kaplıyoruz! Cılız bedenlerimizi sokacak bir delik bulmak ve onu korumak zorundayız; yoksa bir sabah uyandığımızda kendimizi bir alışveriş merkezinin ana giriş kapısına sıkışmış halde bulabiliriz. Emek Sineması yıkıldı; AKM’nin geleceği meşkuk! Rezil bir AVM yükseliyor Saray Sineması’nın enkazı üzerinde; gafil mahlukat, demir örnekle övünüyor! Rüya, Lale, Alkazar, İnci… Hepsi butik otele dönüştürülecekleri pespaye günleri bekliyorlar! Tarlabaşı emlakçılıkta karar kılan basiretsiz sinemacıların emrine amade! Ev değil, apartman değil, sokak satın alıyorlar muktedirler; sokağınız cehennem olsun, tabutunuz mümkünse dolardan!

Gerekirse dövüşürüz, diyor, tiyatroyu mekân belleyen savaşçı ruhlar. Gerektiği takdirde dövüşeceğimizi biliyorum; muhasebe defterine nakşolunan eksilerin, artılar karşısındaki yıpratıcı üstünlüğüne rağmen vazgeçmeyeceğimizi, gözümüzün fena kara olduğunu ve aslında iyi bir hayat sürdüğümüzü görüyorum. Savaşın orta yerinde ve düpedüz sevdalıyız…”

 

(Yukarıdaki metin, Elif Durdu’nun, Naif Bir Flamingonun Günlüğü [Bilgi Yayınevi, 2016] adlı romanının 72.-75. sayfaları arasından alınıp yazarın ve yayınevinin hoşgörüsüne sığınılarak romanla aynı başlık altında yukarıya alınmıştır.)