ANI YAZILARI; M.S.Aslankara; NUSRET ÇETİNEL’İN ARDINDAN

NUSRET ÇETİNEL’İN ARDINDAN…

M.Sadık Aslankara
(9.9.2021 Yazısıdır.)

Nusret Çetinel’i (1952-01.9.2021) yitirdik.

Tiyatroyla bağlarını, yaşamının hiçbir evresinde koparmamış, buna karşın onca yoğrulduğu halde alanın salt emekçisi olarak tiyatro sanatının yürüyüş kolunda yine de hep ön saflarda yer almıştı.

Bu çerçevede geçmişte, Ankara’da âdeta komün yaşamı sürdürürcesine birbiriyle örtüşen hayaller kurup bunun peşi sıra koşarak dönemin tüm yoklamalarına katılan bir avuç delikanlıydık. Kimlerden oluşuyordu grup, sayayım önce: Başta Nusret Çetinel olmak üzere Mümtaz Sevinç, Orhan Güner, ben… Derken Yaşar Güner, Sermet Serdengeçti…

Bunlara iki de sivil eklemeliyim; “sivil” derken “tiyatro dışından” demek istiyorum: Haluk Umut, Mehmet (Zeki) Bozkurt.

Grubumuz onun adıyla anılırdı ama: Nusretgil. Çankaya Pilot Sokak’taki evlerinin kapısında da “Nusretgil” yazardı zaten.

Tiyatroda farklı kökenlerden geliyorduk her birimiz.

Tiyatrocu kesimden Orhan’ın dışında kimse kalmadı. Bir de iki sivil var, o kadar. Yarım yüzyıl içinde buğday tanesini bile ezemeyecek kırık bir değirmene dönüştü, gençlik çağında yaşamı birlikte karşılayan o güzel insanlardan geriye kalanlar.

Adlarını andığım, aramızda bir-iki yaş fark bulunan dostlarım, hayatımın 1970’ten 80’e uzanan bir özetiydi görece.

Kendi düşünceleri, inanışları, yaklaşımları doğrultusunda tiyatro yapmaya çalışan delikanlılardık, gençlik savrukluğuyla yaşamayı bile doğru dürüst beceremezken, tiyatro kurup dağıtmakta pek cevvaldik doğrusu. Neredeyse haftada bir yeni topluluk kuruyor, on gün dolmadan bir isyan, nasıl kurmuşsak aynı hızla dağıtıp çıkıyorduk.

O yıllar sanat çevresinin de uğrak yeri olan İlhan Altıntaş’ın (1939-2019) Dostça Meyhanesi anılarında, oğlu tiyatrocu İlkay Altıntaş’ın kurgusu, bütünlemesiyle o günlerin yaşamından kimi kesitleri okumak da olanaklı; Dostça İlhan / Bir Meyhanecinin Anıları (Dorlion, 2020).

Sonradan Sermet Serdengeçti, seks filmleri furyasına eklenip İstanbul’a taşınmış, artık oralı olmuştu. Fethi Naci’nin kızıyla nişanlanmıştı, evlilik hazırlığındaydılar. İstanbul’da düzen kurunca halkadan ilk kopan o olmuştu zaten. Çok geçmeden bizi çağırmıştı yanına, konuşacakları olduğunu söyleyip. Bir gece Gazanfer Bilge otobüslerine atlayıp gürültü şamata vardık yanına. Ama çağrısı boş çıktığı için de kös kös döndük.

Mümtaz, Hacettepe Fizik’te okuyordu, onun için de bir veda yazısı kaleme almıştım geçmişte. Üç acılı ölüm, anlatmaktan kaçındığım; Sermet’le Mümtaz’dan sonra senin ölümün de bunlara ulandı bende Nusret’im.

Gruptan geriye kalan Orhan ve ben varız. Orhan henüz liseyi bitirme aşamasındaydı o sıra. Yıllar sonra, İkinci Nöbetçinin Sıkıntıları (1997) adlı oyunuyla çok ilgi çekecekti. Son olarak ağabeyiyle birlikte görüşmüştük ayaküzeri. Ağabeyi Yaşar Güner’i de bir kalp vuruğuyla yitiriverdik bir anda.

12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan, göğ ekini biçercesine kendi gençlerini kırıp ülkeyi tarumar eden faşizmin, uzantılarının altında ezildik sözün kısası.

Sonuçta, bittik işte, kalmadık, Beş on yıla varmadan, Çehov’un söylediği gibi kimseler anımsamayacak bizi, o hayaller, yaşantılar da silinip gidecek.

Ahh Nusret’im, Ferhan için kaleme aldığım yazıyı, senin de tanıdığın Yayın Yönetmenimiz Rukiye Sevindi’ye aktarırken birkaç koldan haberin geldi bir hızla.

Öylece aktı önümden, geçip gitti o yıllar, artık son yapraklarız dallarda, sıramız geldi.

Sonrası?

Sonsuzluk işte. Evrenin, kendisiyle baş başa kalacağı, bize hiç mi hiç gereksinim duymadan…

O sonsuzlukta buluşmak üzere Nusret’im…