SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ‘DİNLENME TESİSİ’ KİTAPLARI…;

“DİNLENME TESİSİ” KİTAPLARI…

M.Sadık Aslankara
(4.11.2021 YAZISIDIR.)

Kentler arası karayolları üzerine yerleştirilen, artık günümüzde yaygın söylemle her biri birer alışveriş merkezine dönüşen bu ucubeler, kuşkusuz zorunluluktan kaynaklanıyor.

Bin yıllar önce de bu dinlenme tesisinin birer atası sayılabilecek kervansaraylar, yol üstü hanları vardı. Bu yapılardan beklenen çok amaçlılık çağdan çağa yaşanan değişikliklerle insanoğlunun gereksinimini karşılamaya yöneldi hep.

Buralar, görece dönemden döneme değişen birer “üs”tü elbet ancak insanların haberleşme ağlarıydı da aynı zamanda. Savaş, barış, saldırı, savunma, tehlike vb. haberler buralardan yayılıyordu ülkelerin, yurtların her köşesine.

Burada durup şunu da düşünelim; kervansaraylar ya da türevleri olan yapılar, uygarlığın taşınmasında birer karakoldu, unutulmamalı. Zaten yol derken, bu, “tekerlek” anlamına alınabilir ki, gelişimde bunun dev adım olarak kendini göstereceği açık. Nitekim “ipek yolu” vb. adlar bunun birer kanıtı.

Diyeceğim, yolda, çıkılan güzergâh üzerinde özel konumda kurulmuş yapılar, baştan bu yana hep işlevsel oldu.

Bu arada cumhuriyetin hiç yoktan var ettiği, yurdu dört baştan ağlarla örerek bir açıdan günün özetini ortaya koyan demiryolları yavaş yavaş terk edilmiş, karayolu taşımacılığı öne geçirilmiş oldu hızla.

Ülkemizde 1960’larda büyük yayılım, gelişim göstermeye koyuldu karayolları. Kültürle harmanlanan turizm Akçakoca, Erdek vb. kuzey yerleşimlerinde yaygınlaşmış, güneye inmeye başlamıştı. Bu arada kermes, panayır, şenlik, fuar vb. etkinliklerle insanlar tam anlamıyla birbirine karışmaya başlamıştı. Öte yandan ülkenin farklı köşelerinde üretilen ne varsa bunlar, birbirlerine taşınır hale gelmiş, taşımacılık da katlanarak büyümüştü.

Sonuçta Osmanlının, tebaasını baskılayıp onları ille dar alanda tutmak gibi ceberut siyasası, cumhuriyetle birlikte etkinlikler aracılığıyla meydanlara açılmış, yapılan yollarla her yana eşit biçimde dağılmaya başlamıştı.

Ayrıca “asfalt” çıkmıştı. Bu, hemen her yeri kaplıyor, insanımız, naylon gömleğe gösterdiği o büyük hayranlığın benzerini, şaşkınlık içinde yolların asfaltlanışına karşı da gösteriyordu. Öte yandan, “asfalt” sözcüğü de tek başına pek çok kullanım biçimiyle dilimize de kazık kök olarak yerleşmişti bu haliyle. 1960’larda belediye başkanlığı yaptığı İzmir’de kentin yollarını asfaltlayan Osman Kibar’a, “Asfalt Osman” denilmesi boşuna olmasa gerek.

Karayollarında mola yerleri, ilkin benzinlikler çevresinde ortaya çıktı yanılmıyorsam. Çünkü bunlar, belli ki yolların kilometre ölçümlerine, araçların bu mesafeleri alış hesabına göre kuruluyordu. Otobüsler, yolcularına daha çok “çay molası” verildiğini söylüyordu o yıllar.

Derken karayolu, apayrı bir sektör üretti. Bunlar tez zamanda “tesis”, sonra “dinlenme tesisi” adını aldı.

Bu arada yollar uzayıp giderken, geçit vermez dağlarda bile yol üstünde çayevleri kurulmuş, buna uydur kaydır hela eklenmiş, ardı sıra çorba tencereleri kaynamaya koyulmuştu.

Çay, çorba, hela üçgeni karton mescitlerin de eklenişiyle dörtgenlendi. Burada kalmadı, farklı biçimlerde yayıldıkça yayıldı, kendine özgü devasa birer yol üstü kapanına dönüştü hatta. Sonuçta bunlara yol üstü dinlenme tesisi demenin de anlamı kalmadı böylece.

Çünkü hangi yönde, ülkenin neresine giderseniz gidin, yol üstü dinlenme tesisi gibisinden bir nitelemeyle karşımıza çıkan yapılar, aslında dört başı mamur birer alışveriş merkezi basbayağı.

Yolcuların tümü, artık molalarda, birer kent efsanesi halinde yaşanan alışveriş merkezi turizmine kaptırıyor kendisini. Bölümleri lebalep dolduran yolcu-gezginler, alışverişi de asla eksik etmiyor. Bir arı kovanı benzeri çalıştığı söylenebilir bu yüzden dinlenme tesisi görünümündeki alışveriş merkezlerinin.

Kim ne diyebilir?

Ama işin ilginç yanı, öylesine zengin bir sunum var ki buralarda, şaşmamak elde değil. Nitekim kimi yolcu, yaşadığı kentte bulamayacağı kaygısıyla ciddi alışveriş de yapıyor gözlemlediğimce.

Ama benim ilgimi çeken daha çok kitap satış bölümleri. Kitabevi havası yansıtmıyor bu bölümler, ancak raflarda sıraladıkları kitaplarla hem zengin bir kitap çeşidi sunuyorlar hem de bunlara ilgi çekmeyi başarıyorlar.

Düşünün, bir uzun yolculuğa çıkmışsınız, gecenin, sabahın, günün herhangi bir saatinde otobüsünüz mola veriyor, iniyorsunuz kimi gereksinimleriniz için ya da uyuşan bedeninizi hareketlendirmek amacıyla sonra bir anda bu kitaplarla karşılaşıyorsunuz.

Kitapların yazarı olarak kimler kimler var, şaşmamak elde değil bunlara. Çünkü bir yanı dünya ve Türk klasiklerine yaslanıyor bu kitapların, bir yanı farklı ilgilere dönük albeni sunuyor.

Tutup indiniz otobüsten, açılmak isteğiyle uyku sersemi sarsak sarsak yürürken bir an Kafka’yla, Cervantes’le karşılaşıyorsunuz, yahu bu ne demeye kalmadan bir uçtan Dostoyevski, Tolstoy, öteki uçtan Victor Hugo, Emili Zola size bakıyor.

Uyku sersemi ağdalı gözlerle, dikkatle bakıyorsunuz, gördükleriniz gerçek, olabilir mi, dünya edebiyatının bunca önemli yazarı, bir arada bağlayıcı neden de olmadan ne yapıyor memleketin bu köşesinde?

Şimdi diyelim Milena’ya Mektuplar’ı aldınız, otobüse kuruldunuz, daha ilk sayfada ışıklar sönecek, siz de karanlıkta uykuya dalacaksınız, kitap da usulca kayacak parmaklarınız arasından, ayırdına bile varmayacaksınız.

Sorum şu yine de: Hiç mi hiç yararı olmadığı söylenebilir mi peki böyle yerlerin, apansız saatte akla bile gelmeyecek kimi kitaplarla buluşmanın dinlenme tesislerinde?