SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ‘YAZINSAL DİL’DEN NEYİ ANLAMAK GEREK;

“YAZINSAL DİL”DEN NEYİ ANLAMAK GEREK?

M.Sadık Aslankara
(29.9.2022 YAZISIDIR.)

“Yazınsal dil”, gidip gelip üzerinde durduğum konuların başında geliyor.

Kimileyin sürdürdüğüm atölye çalışmalarında arkadaşlarımla paylaştığım kendilerini anlatı kurmaya dönük bir ufka yönlendirmeye çalışırken söylediğim ilk önermelerimden biri hep şu oluyor:

“Önce anadilinizi, eksiksiz gediksiz sımsıkı belleyip kendinize ait kılacaksınız sonra da bu dili bozup biricikleşmiş salt size ait kendi özgün dilinizi kurup yaratacaksınız.”

Sait Faik, bu doğrultuda bizim için çarpıcı bir örnek.

İlk şiiri ardından yirmilerinin başında, 1929’da yayımladığı “Uçurtmalar” başlıklı ilk yazısında Sait Faik’in, dilsel açıdan sözcüklerini inci gibi dizdiği, alabildiğine ustalıklı dil kuyumculuğu sergilediği görülüyor. (Sait Faik Abasıyanık; Hikâyecinin Kaderi, YKY, 2005)

Bunun yanı sıra yolun başında bir yazar olarak soyutlayımlarıyla, dönüştürümleriyle de dikkati çekiyor ama sonradan âdeta salıveriyor kendisini, “üstlerine, umutlarına, yoksulluklarına soyluluk sinmiş insanlardan seç(tiği)” kişileriyle halkça, dağınık ama engin bir Türkçeye dalıyor denebilir. (Vedat Günyol; Dile Gelseler, Çan, 1966, s.61)

Ama Sait Faik’teki bu öykü dilinin “özensiz” olarak algılandığı da olmuyor değil. Sözgelimi eksiksiz kılavuz aldığım, her zaman için hayranlık duyduğum Vedat Günyol Ustam, öykücülüğünü böylesi övgülerle karşılarken, yine de Sait Faik’ten “dili daha bir özenli, üslubu daha akıcı… yeni eserlerini bekle(diğini)” yazabiliyor 1944’te. (s.59)

Aslında bu olgunun açıklaması yazıdaki başlığın amacını da ortaya koyuyor.

Bir yazarın çocukken eksiksiz yerine getirmesi gereken anlatıda dilsel taban suyunun, erişkinlikte mutlaka kendisine özgü, tamamen kendisinin olan bir donanıma ulaşması, kavuşması zorunlu.

Bir örnek olması açısından Ahmet Oktay’dan yine Sait Faik’in, kendisine ait bu dile değgin söylediklerine göz atmakta yarar var:

“Biçim / biçem açısından bir kural tanımaz olduğu bellidir. Bu yüzden öykülerini dilbilgisi açısından okuyanlar bir çok Türkçe hatası bulmaktadırlar. Ancak doğru yazmak ile bir yazın dili kurmak arasında fark vardır. Sait Faik, o yılların kitabî denebilecek öykü dilinden halkın gündelik diline geçmiş, Tanpınar’ın Yahya Kemal için kullandığı sözlerle ‘sokakta konuşulan türkçeyi bir had’ olarak almıştır.” (Ahmet Oktay; Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923-1950, Kültür Bakanlığı, 1993, S.169)

Ne diyor Ahmet Oktay; “Doğru yazmak ile bir yazın dili kurmak arasında fark vardır.” Bu yazıda da bunu söylemeye çalışıyoruz denebilir görece. Tam bu noktada Özdemir İnce’den genişçe bir alıntıyla konuyu en azından tartışma gündemine getirelim gelin:

“Yazın ve yazınsallık kavramlarının herkes tarafından onaylanan bir tanımını yapmak oldukça güçtür. (…)… edebiyat görece yeni bir terimdir. Batıda 18. yüzyılda yaygınlaşmıştır. (…) Türkiye’de edebiyat terimi bugünkü anlamıyla ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. / Çağdaş ‘yazın’ kavramı günümüze gelinceye kadar, tarihsel koşulların yönlendirdiği kültürel ve ideolojik etmenler nedeniyle sürekli bir evrim geçirdi.” “Yazın kavramı Batı toplumları ve bizim toplumumuz için yeni bir kavram. Ama başta Afrika dilleri olmak üzere birçok dilde yazınsal ürünü tanımlayacak sözcük ve kavram yok.”

“Roman Jakobson’un Çağdaş Rus Şiiri (Prag, 1921)  adlı yapıtında yer alan şu cümle bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir: ‘Yazın biliminin nesnesi yazın (edebiyat) değildir, yazınsallıktır (literaturnost), yani belli bir yapıtı yazın yapıtı yapan şeydir.’”

“Edebiyatın yapıntısal bir ürün olduğu, artık günümüzde herkes tarafından kabul edilen bir olgudur. / Ne var ki, edebiyatın tanımlamasında, bu da yeterli bir ölçü olmamak gerekir, çünkü gerçek bir öykü de bir yazın ürünü olarak kabul edilebilir. Ama bu öyküyü yazınsal yapan onun gerçek olması değildir. Gerçek bir olayı anlatan öyküyü bir yazınsal öykü olarak algılamamızı sağlayan başka özellikler söz konusudur.”

Ne olabilir dersiniz bu? Geldik mi yazınsal dile? Peki, adına “yazınsal dil” dediğimiz bu dil nasıl kurulabilir? Ahmet Oktay’ın, “yazın dili kurma”ya dönük yaklaşımı da bunu söylüyor bir bakıma.

Devam ediyor Özdemir İnce:

“Bildiğim kadarıyla Bahtin, yazınsal dilin kendi üzerinde odaklandığını, kendi üzerine döndüğünü kabul ediyor; ama yazınsal eylemin ve yazınsallığın kültürel (tarihsel, ekonomik, toplumsal, vb.) bağlamından soyutlanarak yalnızca dile indirgenmesine karşı çıkıyor. Benim yazınsallığa ilişkin görüşümün Bahtin’in düşüncelerinden (bir ölçüde) kaynaklandığını çekinmeden söyleyebilirim.” (Özdemir İnce; Yazınsal Söylem Üzerine, Can 1993, ss.96 vd.)

Sait Faik metinlerinin nasıl ve neden öykü olduğunu kavramak için, yazının içine girip, o çeperden bunun, kültürel (tarihsel, ekonomik, toplumsal, vb.) bağlamıyla bizi nerelere götürdüğünü tartmak, bunun zihinde bıraktığı izlerine bakmak gerekiyor. Yoksa “Yılan Uykusu” öyküsünde, “kanında dolaşan şu Türkçe dili,” diyen bir yazara karşı haksızlık yapmış olmaz mıyız?

Böyle olunca Sait Faik’in, yazarlık yaşamında, tıpkı Picasso gibi klasik aşamayı geçtikten sonra yaygın olarak bilinen resim anlayışına sıçrayışındakine benzer biçimde kendi geleneksel ilk evresini aşıp âdeta tam anlamıyla farklı bir deneysel öykü aşamasına ulaştığı kolayca görülecektir.

Öykücülüğü, bunu gereksindiği için buraya gelmiş öykülerini de sonradan kurduğu bu yazın diliyle kaleme almaya koyulmuş olmalı Sait Faik. Böyle olmasa o güzelim “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öyküsünü nasıl yazabilirdi sizce?